17 Eylül 2011 Cumartesi

Zilede Eda Edilen Haç

Zile'de Kıyı Mahalle'de, derme çatma küçücük kapısı bir çöplüğe bakan bir fakir ev vardı. Bir yaşlı kadın, yarı kötürüm yarı hasta ama hep başkalarının derdinden dertli, başkalarının acısından acılı bir yaşlı kadın bu fakir evde otururdu. Oğlu demirciydi.

Kadının demirci olan oğlu evlenmemişti. Üç kuruş kazandıysa üç kuruş; beş kuruş kazandıysa beş kuruş - ne geçerse eline - yarısını bir köşeye saklardı. Öteki yarısıyla da anasının ve kendisinin - eğer arttıysa kalanıyla da kendilerinden daha yoksul kişilerin - karnını doyururdu.

Yıl 1783 idi. Ve sıcak bir yaz Zile'yi kasıp kavuruyordu. Ekinler kurumuş, susuz damarlarını çatlatmıştı. Ağaçlarda bir dirhem yeşillik yoktu.

Demirci, anasından o yaz sıcağında izin istiyordu; sanki o da, o yapraklardaki bir dirhem yeşillik gibiydi. Uçmağa hazırdı, uçacaktı; uçuyordu. Hac'ca gidecekti! Bütün bir ömür boyu biriktirdiği paralar tamamlanmıştı.

Anası "Peki..." dedi; "Sen beni düşünme. Bu, hak yolculuğudur. Seninle gelmek isterdim, ama görüyorsun halimi, gelemem. Fakat yüreğim bütünüyle seninledir...."

Demirci, anasından helâllik dileyip, o fakir evden ayrıldı. Hazırlığı zaten azdı bütün yükü gönlünde, o avuç içi büyüklüğündeydi. Yüreğinde onların ne hazırlığı olabilirdi? Hemen yola çıktı, ama, daha son evlerden henüz uzaklaşmamıştı, ekini iyice yanıp kavrulmuş, bir bahçenin önünden geçiyordu. Birden irkildi. Bir yaşlı ve yorgun sesin, Tanrı'sına yalvardığını duydu.

"Tanrım, görüyorsun, ekinimde hayır yok. Borçluyum da üstelik. Yaşlı ve yorgunum, hastayım da. Bu halde ölürsem borçlu öleceğim. Sana borçlu kalmaktan korkmuyorum; fakat kul borcundan utanıyorum. Huzuruna kul borcuyla gelirsem?... Yerin dibine geçerim. Çare... ? Tanrım buna bir çare?....

Demirci, adım atamadı. Bir an kımıldayamadı da. Sonra yavaş yavaş adama yaklaştı. Borcunun miktarını sordu usulca. Adam, donup kaldı, kekeledi, şaşırdı. Fakat büyük bir umutla demircinin ellerine sarılıp borcunun miktarını söyledi. Korkunçtu... Adamın söylediği miktar, demircinin cebindeki paranın tamamı kadardı.

Çıkarıp verse olduğu gibi, bütün parasını adama verse, Hac'ca gidemeyecekti. Hac'ca gitse, adama hiç bir şey veremeyecekti. Ama uzun uzadıya düşünülecek zaman da değildi. Cebindeki keseyi yavaşça çıkarıp demirci adama uzattı. "Al..." dedi; "Bu para senin için biriktirilmiş demek ki..."

Adamın tutulan dili ve şaşıran gözleri önünde uzaklaştı. Artık Hac'ca gidemezdi. Geriye anasına da dönemezdi. Bir ıssız vâdiye çekildi ve orada bütün hac süresince bekledi. Günler ve geceler boyu gözlerini yumup, kendisini kutsal topraklarda sandı..." LEBBEYK".... çağırdı.

Hac süresi bitmişti. Hacılar, yurtlarına, yuvalarına dönüyorlardı. Demirci de vâdiden ayrılıp evine döndü. Fakat... fakat o yoksul evinin yoksul kapısı yemyeşil idi... pırıl pırıl... nûr içindeydi.

Ve Hac'dan dönen Zileliler daha evlerinin kapısını çalmadan, gelip Demirci'yi kutladılar. Çünkü orada, Arafat'da; milyonlarca hacının içinde, yüzü nurlu ve pırıl pırıl, başının üstünden hiç eksik olmayan bir gölge bulutu ile dolaşan tek hacı olarak onu, Demirci'yi görmüşlerdi.

Hiç yorum yok: