7 Ağustos 2011 Pazar

'Hicaz'ın Sufileri Neredeler? “Sufizmin kökeni, Peygamber Zincirinin ilk Halkaları

سمنان-بسطام-ارامگاه بايزيد بسطامي
Dilimize yerleşen ‘sufî’ ve ‘tasavvuf’ sözcüklerinin Arapça kökenli olması, terim açıklamasının da geleneksel Arap veya Arap-İslam’ söylemine göre yapılmasını gerektirmez.

Nitekim kendisi İslam’ kültür ve geleneğine mensup olmakla birlikte, bu konudaki en geniş ve özgürlükçü yorum Salâhaddin Ali Nadir’den gelmiştir. Nadir’e göre, “Sufizmin kökeni, peygamber zincirinin ilk halkalarına kadar gider; çünkü idrakin tohumu her insanın kalbinde mevcuttur”. Ünlü sufîlerden Beyazıd-i Bestamî de aynı görüştedir. Hattâ “Tohumu Âdem zamanında atılmış, Nuh’ta filiz vermiş, İbrahim’de çiçek açmıştır…” der ve devam eder; “… Üzümleri Musa zamanında yetişmiş, İsa zamanında olgunlaşmış ve Muhammed zamanında ise saf bir şarap hâline gelmiştir”. Yani bize İslam’a özgüymüş gibi anlatılmaya çalışılan sufîlik, ya da İslam’ tasavvufu özetle, mistisizmin bu dine kısmen uyarlanmış ama katı kurallarını yine de yeterice aşamamış bir yorumudur. Kim oldukları sorulduğunda sufîler kendilerini “Hak’tan aldıklarını halka sunan kimseler” olarak tanımlarlar ve sufîliğin de gerçekte ‘kendini bilme yolu’ olduğunu söylerlerdi.

Kimi otoritelerse Batı Türkistan’dan çıkıp 13’üncü yüzyılın sonlarına kadar gelen gelişme dönemine ‘sufizm’, 14’üncü yüzyıldan bugüne süregelen ve İslam’ın kavram ve kurallarının etkisinin gittikçe artış gösterdiği döneme ise ‘tasavvuf’ denilmesinin daha uygun olacağını söylerler. İslam’la mistisizmin barış dönemi 13. yüzyılda sona ermiş olmakla beraber, zaten o tarihe kadar da aralarında ‘huzurlu ve adil bir barış’ hiçbir zaman tesis edilememiştir. ‘Tasavvuf dönemi’ aslında dinsel ve inançsal önderliğin, yani mürşitliğin rolünün giderek arttığı; itaatin ve biatın öne çıktığı, kendini bilme ve sorgulamanın önce eskisi kadar önemsenmeyerek göz ardı edildiği; giderek de ‘küfre düşmemek için yok sayıldığı’ bir dönem hâline gelmiştir.

Tarihe ve onun sosyolojisine meraklı olanlar sufizmin aslında İslam’ın ‘aydınlanma’ dönemine; tasavvufun ise maalesef gerilemeye ve bilince yönelmenin yerini zihnin ve koşulsuz imanın almaya başlaması nedeniyle taassubun artmaya başladığı bir başka döneme rastladığını bileceklerdir. Daha sonra tarikatlerin ortaya çıkması ve aralarındaki çekişmeler, dinin etkisindeki tasavvufun önemini ve gücünü giderek azaltmıştır. Zaten dervişliğin ve gönül ehli olmanın ‘liderliğe’ dönüşmesi de bu dönemde olmuştur.

Aradan yıllar geçip de kendini her türlü yeniliğe, gelişmeye ve yorum farklılıkları ile felsefî tartışmalara kapatan skolastik İslam’ anlayışı toplumsal yaşamda kaçınılmaz olarak yetersiz kalınca bu defa bir yandan mezhep ve tarikatler türerken, öte yandan da tasavvufa yeniden yönelim baş göstermiştir. Kuşkusuz ki ‘ihtiyaçtan’ ve yerleşik kural, kurum ve kavramların yetersizliğinden kaynaklanıp türeyen, bir anlamda da ‘yorum farklılıkları’ demek olan mezhep ve tarikatler esas itibarıyle ancak şeriat yolunu kısmen restore edebilmiş; bütün dinlerden daha derin ve kadim olan mistisizme ve sufîliğe dayanan tasavvuf ise İslam’ın daha hoşgörülü ve aydınlık olan yüzünü temsil edegelmiştir. Bugün de tasavvuftan uzaklaştıkça geriye bir takım katı kurallar, zihnin esareti, özgürsüzlük, tahammülsüzlük, gerçekte bütün dünyayı zorla da olsa Müslüman yapma demek olan (her mü’minin aslî görevi kabul edilip tüm Müslümanlara emredilmiş olan) ‘cihad’a dayalı cihan hakimiyeti mefküresinden ve bu amaçla da kılıç dahil her tür aracın kullanılmasının mübah olduğu bir ideolojiden başka bir şey kalmayacaktır. Ama nedense, adının önünde ‘profesör’ unvanı olan sözde din ve tasavvuf tarihçileri, bu gerçekleri, aldıkları koşullu eğitim gereği ya hiç bilmemekte ya da bilseler dahi özgürce açıklayamamaktadırlar. Yapabildikleriyse sadece tasavvufun, özellikle de sufizmin aşırı derecede sembol, teşbih, kıyas ve alegori kullandığı; kafa karıştırıcı hattâ temel din eğitimi (!) almamış olanlar için ‘şirk’e varacak kadar dinden çıkarıcı olabileceğini söyleyerek, gerçek dindarların önce tasavvuftan, sonra da sufîlik ve mistisizmden uzak durmalarını sağlamak olmuştur. Nitekim ünlü sufîlerin çarpıtılmamış ve aslına uygun aktarımlarına erişebilirseniz; örneğin Niyazî-i Mısrî’nin, Cüneyd-i Bağdadî’nin, Abdülkadir Geylânî’nin, Beyazıd-ı Bestâmî’nin, Hallâc-ı Mansûr’un, Mevlânâ’nın ve Şems’in sözlerini dikkatle incelerseniz… skolastik İslam’ın o katı ve hoşgörüsüz kurallarıyla nasıl çeliştiklerini, buna karşılık kadim Uzakdoğu öğretilerinden ne gibi izler taşıdıklarını kolaylıkla ve apaçık görebilirsiniz.

Yani sufîlik, kasıtlı olarak yanlış biçimde aktarılmaya çalışıldığı üzere, İslam’la birlikte ortaya çıkmadığı gibi, yüzyıllar içerisinden süzülerek ve damıtılarak gelmiş, her coğrafyada her inanç ortamında yerleşik yapıdan kaçınılmaz olarak etkilenmiş, çeşitli mistik varyantlara dönüşebilmiş bir içsel özgürlük ve aydınlanma sürecinin genel adı olmuştur. Özetle sufîlik İslam’a özgü bir inanış yolu olmadığı gibi, sufîler de en büyük muhalefeti skolastik İslam’ anlayışının temsilcilerinden ve şer’î otoriteden görmüşlerdir. Böylesi bir anlayış, yani inançların despotça sınırlanması, ibadetin aşırı derecede biçimselleştirilmesi, cezalandırılma korkusu, kendisi dışındaki inançlara ve düşünce akımlarına hoşgörüsüzce tavır alıp artan tahammülsüzlüğün ardından zamanla engelleyici hattâ hasmâne tavır alınması önceleri Arap Yarımadası’nda, daha sonra da skolastik şer’î İslam’ın hakim olduğu bütün coğrafyalarda tüm diğer inanç ve anlayışlar gibi sufîliğin de kökünü kazımıştır.

Şimdi soruyoruz, güya ‘özenle yetiştirilen’ o “Hicaz’ın Sufîleri” bugün neredeler…?

Hiç yorum yok: