Sufi; Allah için kalbini saflaştıran kişi.
Sûfî, pislikten arınan, tefekkür ile dolan, beşeriyetten Allah'a yönelen, yanında altın ile çamur eşit olan kişidir. Sûfî, kalbini Allah'ın saflaştırdığı, böylece kâlbi nurla dolan zikrullah lezzetini tadan kimsedir.
Sûfi (veya sofî) kelimesinin hangi kökten türediği hususunda çeşitli görüşler vardır. Bu kelimenin Hicretin ilk asrında kullanılmadığını da biliyoruz. İbn el-Cevzî'nin (öl. 597) ifadesine bakılırsa, bu kelimeden türetilen "Tasavvuf" tabiri, hicri ikinci asırdan itibaren kullanılmaya başlanmıştır (Telbisu İblis, s. 163, Mısır 1340).
Bilindiği gibi sûfî tabiri aidiyet (ism-i mensup) ifade eden bir kelimedir. Tasavvuf ve mutasavvıf kelimeleri de aslı "S-V-F" olan bu kelimenin "tefe'ül" kalıbına nakli ile elde edilmiştir. Sûfî kelimesinin kökü ve türetilişi hakkında ileri sürülen görüşleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
a- Ashâb-ı Suffa: Sûfi, Ashâb-ı Suffa'ya mensub, onlara benzeyen kimse demektir. Ashâb-ı suffa ise, Mescid-i Nebevî'nin sofasında oturan ve sürekli tedris, ibadet ve riyâzetle uğraşan sahabîlere verilen addır. Bizzat Hz. Peygamber (s.a.s) burada dersler veriyordu (M. Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul 1980, II, s. 829). Bu sahabiler hayatlarını İslamı öğrenmeye ve Hz. Peygamber'in (s.a.s) hiç bir irşadını kaçırmamaya vakfetmiş kişilerdi. Daha sonra zuhur eden sütîlerin yaşayışları ile Ashâb-ı suffa'nın hayatları pek çok bakımdan birbirlerine benzerlik gösteriyordu. İşte bu benzerliğe dayanılarak onlara sûfi ismi verilmiştir. Ancak; Arap dilinin kuralları açısından bu görüşü desteklemek mümkün değildir. Zira, bu benzerliği ifade etmek için nisbet ifade eden "sûffi" kelimesinin kullanılması gerekirdi (Telbîsu İblîs, s. 162-3; Avarifu'l-Maarif s. 65). Dolayısıyla tasavvuftaki Sufi kavramının Ashab-ı Suffa ile hiç bir ilişkisi yoktur. Bunu iddia etmek bir zorlamadan öteye gitmez.
b- Saff-ı Evvel: sûfiler, Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda ön safta bulunmaya özel bir önem verdikleri için, kendilerine bu ismin verildiği söylenmiştir. Çünkü onlar, kalpleri ile Cenâb-ı Hakk'a yönelmeye, iç dünyaları ile O'nun huzurunda bulunmaya büyük bir ehemmiyet vermektedirler (Avarif, aynı yer). Bu nisbet de dil bakımından uygun değildir. Zira, saf kelimesinin nisbeti "saffi"dir. Bu bakımdan sûfi'nin saff-ı evvel ile de hiç bir ilişkisi yoktur.
c- Benu's-Sufe: Cahiliyye devrinde, Kâbe'ye hizmet eden, Benü's-Sufe kabilesine nisbetle sufi isminin türetildiği kanaatında olanlar vardır. Adı geçen kabilenin reisi Gavs ibn Mürr Süfa lakabını taşırdı. Öyle anlaşılıyor ki bu lakap, o kabileye ad olmuştur. Ancak bu kabilenin İslam'dan sonra mevcut olmadığı bilinmektedir. İ. Hakkı İzmirli, bu kanaatın doğru olmadığı görüşündedir (M. 12, Tasavvuf, İstanbul 1981, s. 40).
d- Safevî: Sufi kelimesinin aslının "safevî" olduğu, fakat telaffuzunun zorluğu sebebiyle, vav ve fâ harflerinin yer değiştirmeleri suretiyle sufi şekline dönüştüğü ileri sürülmüştür
(A varif, s. 65).
e- Sufâne: Sufi kelimesinin sufane kelimesinden geldiği de ileri sürülmüştür. Sufane, bakliyat cinsinden olan bir çöl bitkisidir. Bu görüşe göre sûfiler, bu çöl bitkisinden yiyerek geçindikleri için bu isim verilmiştir. Bu görüşte kabule şayan değildir. Çünkü sûfiler sadece bu bitkiyle beslenmezlerdi. Kaldı ki dil bakımından da bu görüş tutarlı değildir. Zira bu kelimenin nisbeti sufi değil, sûfanîdir (Telbîs, s. 163).
f- Savf: Tasavvuf kelimesinin (S-V-F) kelimesinden türetilmiş olduğunu ileri sürenler de vardır. Bu kelime, meyletmek, yüz çevirmek anl***** gelir. Abdulkadir Geylânî (480-561), tasavvufun bu kökten türediği kanaatındadır. Ona göre, gerçek mutasavvıf, masivadan Mevlasına yüz çeviren, meyleden kişidir (A. Geylânî, el-Fethu'r-Rabbânî, Beyrut 1979, s. 60).
g- Sofos-Sofia: Bazıları sûfî kelimesinin Yunanca "hikmet" anl***** gelen "sofos" veya "sofia" kelimesinden türetildiğini iddia etmişlerdir. Bazı müsteşrikler, el-Birrunî (öl: 440/1048), Ömer Ferit Kâm ve Şemsettin Sami bu görüşü savunmuşlardır. Müşteşriklerden Nöldeke, Lacy ve Massiğnon bu görüşe katılmazlar. "Batılı müellifler (bazıları) büyük bir yanlış yaparak kelimenin Yunanca "sophos"un Arapça yazılışı olduğunu kabul etmişlerdir. Zira bu görüşün tarihi açıdan desteklenmesi de oldukça zordur. İlk sufi ismini alan kişinin H. 150 tarihinde vefat ettiği bilinmektedir. Oysaki ilk filozof ismini alan Kindî H. 260 yıllarında vefat etmiştir" (Fazlur Rahman, İslâm, İstanbul 1981, s. 166).
h- Sûf: Sufi kelimesinin Arapça yün anl***** gelen "sûf" kelimesinden türediği görüşü daha çok taraftar bulmuştur. Her ne kadar, Kuşeyri sufi kelimesinin nereden türediğini gösteren ne bir iştikak kaidesi, ne de bir gramer kuralı yoktur diyor ise de, öyle görünüyor ki sufi ismi, mutasavvıfların zühdün ve dünyayı terk etmenin bir işareti olarak giydikleri yün elbiseden (süf) gelmektedir. İbn Haldun da aynı kanaattadır: "...Sufi kelimesinin suf'tan gelmesi en doğru izah tarzıdır. Çünkü sûfiler çoğu zaman yün elbise giymişler ve böylece de fantezi elbise giyen halka muhalefet etmişlerdir" (Kuşeyrî, Risale, s. 165, Gümüşhânevî, Camiu'l-Usul, s. 210; İbn-Haldun, Mukaddime, s. 467).
Suff sözcüğünün kaynağı hakkında ileri sürülen bu kadar değişik görüşler, tasavvufun ve sufinin kuşatıcı tek bir anlama indirgenemeyeceğini, çok engin bir anlamlar bütünü içinde ele alınması gerektiğini ifade eder. Aslında, her iklimde ve illkede tasavvuf ve sufinin bilinen belli bir anlamı vardır. Fakat onun asla biçimler ve görüntülerle ilgisi olmasa gerek. Kelimenin etimolojisi ile ilgili tüm bu görüşler, sufiliğin İslam dünyasındaki doğuş ve gelişiminin geniş bir tabana oturduğunun ifadesi olarak değerlendirilmelidir. Buna göre tasavvufu gerçekleştirme çabasını veren kişileri gösteren bir terimdir.
(Seyfullah SEVİM, Şamil İslam Ans.)
İslâmiyet, ana hatlarıyla iman, ibadet ve ahlaktan ibarettir. Kelâm ilmi imanı, fıkıh ilmi ibadeti, tasavvuf ilmi de ahlakı ele alır. Tasavvuf, İslâmı derûnî bir şekilde yaşamaktır. Ruhî ve vicdanî bir duyuşun mahsulüdür. Şekilden mânâya geçmek, kabuktan öze ulaşmaktır. Kâlin hâl olmasıdır.
(Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, Marmara Ün. İlahiyat Fak. Yay. İst. 1994, s. 85)
İnsanın aklı, kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtardır. Nuranî bir cevherdir. Akl-ı selîm mertebesine ulaştığında, Rabbanî bir mürşittir. Hakikat güneşine açılan bir penceredir.
Kalb dahi, insanın manevî hayatının merkezidir. Binler âlemin manevî bir haritasıdır. Kâinatın hadsiz hakikatlerinin mazharı, medarı, çekirdeğidir. Cenab-ı Hakka parlak bir aynadır. Gayb âlemlerine karşı bir penceredir. Rabbanî bir latifedir.
(Said Nursî, Mektubat, Envar Neş. İst. 1993, s. 443)
İşte, aklın işletilmesiyle pek çok ilimler ve fenler otaya çıktığı gibi, kalbin işletilmesiyle de, tasavvuf ilmi ortaya çıkmıştır.
İslâm tasavvufunun menşeini inceleyen bazı zâtlar, İslâm öncesi tasavvufî akımlarda da benzeri esasları gördüklerinden, onu ya Hint’te, ya İran’da, veya daha başka yerlerde aramışlardır. Halbuki, İslâm tasavvufunu doğrudan doğruya Kur’ânda ve Resulullah’ın (asm.) hayatında aramak lâzım gelir. (Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat. s. 60)
Çünkü tasavvufta yer alan “zikir, fikir, nefis terbiyesi” gibi esaslar, Kur’ânda çokça bahsedilen konulardır. “Yaşayan Kur’ân” durumunda olan Resulullah ise, tasavvufî hayatın en zirve tatbikini göstermiştir."
(Doç.Dr. Şadi Eren)
kaynak
Bu Katogorinin Popüler Konuları:
Mevlana ve Mesnevilik
Mesnevi
Seyyid Ahmet Rufai Hazretleri
Mevlana'dan
Mesnevi ( Mevlana )
HACI BEKTAŞ VELİ VE MEVLANA CELALEDDİN RUMİ
Kimdir bu şems ???
Fıhi Mafih
ŞEMS-İ TEBRİZİ'NİN ESERİ (Makalat)
Tasavvuf Sözlüğü
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder