29 Haziran 2016 Çarşamba

"16 Sır" Bayezid-i Bistami


.

Onun vahdaniytine erişir erişmez,
Gövdesi ahadiyet, kanatları daimlikten bir kuş oluverdim,
On yıl keyfiyet göğünde uçtuktan sonra milyonlarca kat bir semaya ulaştım,
Uçmaya devam ettim.. ta ki; ezeliyet çayırında kendimi bulana dek,
Orda vahdet ağacını gördüm..
Ne var ki; bütün bunlar aldatmacaymış...

Ulaş Yüksel

8 Temmuz 2015 Çarşamba

Şems-i Tebrizî ile Mevlânâ

Şems-i Tebrizî ile mevlânâ'

Şems-i Tebrizi'nin eseri makalat (konuşmalar) "Mehmet Nuri Gencosman" çevirisi ,

Giriş kısmından kısaltılarak alıntılanmıştır:

<< Şems-i Tebrizî ile mevlânâ'nın ilk buluşması hakkında Eflâkî'nin verdiği bilgi ile molla câmi'nin Nefahat-ül-üns'de ve bizzat makalât metninin 56'ncı sahifesindeki arapça pasajda biraz değişik bir dekor içinde özetle şöyle anlatılmaktadır:

Şems Konya'ya gelir; şekerciler hanı'nda bir odaya yerleşir, Mevlânâ'yı sorar; onun, o sırada meram bağlarında sayfiyede olduğunu, ikindiye doğru şehre geleceğini söylerler. Şems yol üzerinde beklemekte, sabırsızlıkla Mevlânâ'nın yolunu gözetmektedir. derken belirli vakit gelir, Mevlânâ bir katıra binmiş, aheste aheste sürmekte ve kendisine yaklaşmaktadır.

yıllardır içi aşk ve iştiyak ateşiyle dolu olan şems, katırın dizginine yapışır, selâm verir ve aralarında şu konuşma geçer,

Şems:
- hemen söyle bana, hazreti muhammed mi daha büyüktür, yoksa bayezid-i bistamî mi?

Mevlânâ:
- bu ne sorudur? hazreti muhammed (selât ve selâm ona olsun) peygamberlerin sonuncusudur, en yücesidir. onunla bayezid arasında ne münasebet var?

Şems:
- ama niçin hazreti muhammed (s.a.) hep 'yarabbi biz seni sana layık bilgiyle bilemedik,' dediği halde bayezid, 'beni ululayın şanım ne yücedir,' diye öğünmüştür?

mevlânâ, bu sualin heybet ve azameti karşısında kendinden geçmiş, eflâkî'ye göre şems'in sorusu karşısında güya yedi kat göklerin biri birinden ayrılarak yere yıkıldığını, büyük bir ateşin kafatasında alevlendiğini hissetmiştir. kendine geldikten sonra da ona şu susturucu cevabı vermiştir:

- hazreti muhammed (s.a.), cihan varlıklarının en büyüğüdür, bayezid kim oluyor? bayezid'in susuzluğu bir yudum su ile diner, o zaman da suya kandığından söz eder. onun idrak hazinesi o kadar bir suyla dolar; güneşin cihanı aydınlatan ışığı onun evinin ufacık penceresine kadar sızar ve ancak o kadar girer. ama hazreti muhammed mustafa'nın (s.a.), susuzluğu o kadar derindir ki, şüphesiz hep susuzluğundan dem vurur ve her gün o susuzluğun daha da artması niyazında bulunur. şu halde bu her iki davacıdan hazreti muhammed mustafa'nın davası çok büyüktür. şu sebepten ki, bayezid kendisini hakka ermiş görünce hemen doluverir ve daha fazlasına bakmaz ama hazreti mustafa (s.a.), her gün daha fazla hakkı görür ve bu görüşle daha çok ilerler. hakkın yüceliğinin, kudretinin, her varlığa hâkim olan saltanatının parlak belirtilerini her gün, her saat gördükçe aşk ve hayreti artar ve ondan dolayı da 'yarabbi biz seni sana yaraşan bilgiyle bilemedik,' diye hep özlem duyar.

bu cevap karşısında şems-i tebrizî, bir nağra atarak yere yıkılır>>

Rivayete Göre....


Mahmud Gaznevi (r.a.) bir keresinde Ebu'l Hasan El-Harkani (k.s.) Hazretleri'nin huzuruna girer:

- Ya şeyh! Bayezid-i Bestami hakkında ne dersin?
diye sorar. Şeyh efendi cevaben:
- O öyle bir zattır ki, ona uyan hidayet bulur ve saadete kavuşur, der.

Cevabı duyan Mahmud Gaznevi (r.a.)

- bu nasıl olur? Ebu Cehil, Rasulullah'ı (s.a.v.) gördü de kötü olmaktan kurtulamadı,
Deyince, şeyh efendi:
- Ebu Cehil, Rasulullah'ı ( s.a.v.) görmedi, o ancakAbdullah oğlu Muhammed'i (s.a.v.) gördü. der..

Bayezid-i Bistami ve Gece Bekçisi Kıssası


''Bayezid-i Bistami hazretleri, kabristanda çok dolaşırdı. Bir gece gezerken, gece bekçisi elindeki sopayla vurdu. Bâyezîd; "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm." dedi.
Bekçi birkaç kere daha vurunca sopa kırıldı. Bâyezîd Hazretleri eve dönünce talebelerine sopanın fiatını sordu. O kadar parayı bir keseye koyarak, bir mikdar da tatlı ile berâber bir talebesiyle, O bekçiye gönderdi.
Bir de mektup yazarak bekçiye vermesini söyledi. mektup şöyle idi: "Muhterem bekçi efendi, belki beni hırsız sanarak dövdün. Kabahat bendedir. Gece kabristanda gezmeseydim, dövmezdin. Sopanızın kırılmasına da sebeb oldum.
Gönderdiğim parayla kendine bir sopa al! Sopanın kırılma üzüntüsünün kalbinden gitmesi için de, yolladığım tatlıyı ye! Allahü teâlânın selâmı üzerine olsun." Genç bekçi mektubu okuyunca, gelip özür dileyerek tövbe etti. Onunla birlikte birkaç bekçi daha hak yola girdi.''

19 Ekim 2014 Pazar

"MÛSA FÂKİH"ŞEYH EDHEM ÇELEBİ"

 
---MÛSA FÂKİH
1073'den sonra Dânişmendliler zamânında Tokat-Zile'ye gelip yerleşmiş Horasan velîlerinden. Kendisine ilminin çokluğundan dolayı dînin yardımcısı mânasına Nâsırüddîn, hukuk ilmindeki üstünlüğünden dolayı da Fakîh lakabı verilmiştir. 1207'de vefât etmiş olup türbesi Zile'de Ali Kadı mahallesindedir. Kendisi gibi büyük bir âlim ve velî olan oğlu Aliyyül Mücerret de 1256'da vefât etmiş olup babasının türbesinde medfundur. Türbede bulunan diğer sandukalar ise Muîniddîn Halil Efendi, Şeyh Edhem Çelebi ve Müsevî Abdullah Efendiye âittir.

---EDHEM ÇELEBİ
Tokat'ta yetişen velîlerden. 1301 yılında Tokat'ta doğdu. Babası Muînüddîn Halil Efendi, annesi Ümmü gülsüm Hâtundur. Küçük yaştan îtibâren dayısı olan büyük velî Acepşir hazretlerinden ders almaya başladı. Ondan aldığı ilim ve feyzlerle kemâle erdi. Zile'ye gitti. Bâyezîd-i Bistâmî Câmiinde insanlara İslâmiyeti anlatıp onların doğru yola, din ve dünyâ saâdetine kavuşmaları için çalıştı. Birçok talebe yetiştirdi. Otuz beş yaşlarında iken Artovalı Seyyid Ömer'in kızı ile evlendi. Bu hanımından olan oğlu Abdurrahmân Efendi de ilim ve ihlâsı ile tanınan büyük bir velî oldu.Uzun müddet taliblerine ders verip kıymetli talebeler yetiştiren Edhem Çelebi 1350'de vefât etti. Kabri, Zile'de Mûsâ Fakîh türbesindedir.
Edhem Çelebi'nin ilmiye silsilesi ise şöyledir: Edhem Çelebi, Acepşir, Osman-ı Rûmî, Aliyyül-Mücerrât, Mûsâ Fakîh, Mustafa Safiyüddîn Bistâmî, Necîbüddîn Osman Bistâmî, Mehmed Bistâmî, Bâyezîd-i Bistâmî, İmâm-ı Câfer-i Sâdık, İmâm-ı Muhammed Bâkır, İmâm-ı Zeynel Âbîdin, İmâm-ı Hüseyin, İmâm-ı Aliyyül-Mürtezâ, Peygamber efendimiz Muhammed Mustafâ (sallallahü aleyhi ve sellem).

23 Eylül 2013 Pazartesi

AYAKKABININ ÇAMURU "Tayfûr Ebû Yezîd el-Bûstâmî"

 
Bâyezîd-i Bistâmî yağmurlu bir havada Cumâ namazına gitmek için evinden çıktı. Sağnak hâlde yağan yağmur, yolu çamur hâline getirmişti.
Yağmur bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı. Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi. 
Yağmur yavaşlayınca câmiye doğru yürüdü. Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını kirlettiği geldi ve üzülerek; "Onunla helâlleşmeden nasıl Cumâ namazı kılabilirsin? Başkasının duvarını kirletmiş olarak nasıl Allahü teâlânın huzûrunda durursun?" diye düşündü ve geri dönüp o mecûsînin kapısını çaldı. 
Kapıyı açan mecûsî; "Buyrun bir arzunuz mu var?" diye sorunca; "Sizden özür dilemeye geldim." dedi. Mecûsî hayretle; "Ne özrü?" diye sordu.
 O da; "Biraz önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği unutturdu." deyince, Mecûsî hayretle; "Peki ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız çamur içinde. 
Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî; "Doğru ama, bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak lâzımdır." dedi. Mecûsî; "Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dîniniz mi öğretti?" diye sorunca; "Evet dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm öğretti." dedi. Mecûsî; "O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?" diyerek kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.

18.EYLÜL.2013-ÇARŞAMBA.