6 Ağustos 2011 Cumartesi

Bâyezîd-i Bistâmî'den Birkaç Kıssa

Bâzı kimseler hazret-i Bâyezîd'in nasıl ibâdet yaptığını, neler söylediğini işitmek için penceresinin altında dinlemeye başladılar. Seher vakti olduğunda bütün kalbiyle "Allah" dedi. Sonra düşüp bayıldı. Bayılmasının sebebi sorulduğunda; "Sen kim oluyorsun? Senin haddine mi düştü ki ismimi ağzına alıyorsun? şeklinde bir nidâ gelir diye çok korktum da onun için bayılmışım." buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî namaz kılmak için mescide gelince kapıda bir mikdâr durur ve ağlardı. Sebebini soranlara; "Câmiyi, vücûdumla kirletmekten korkuyorum. Tövbe edip Allahü teâlâya yalvarıyorum, ondan sonra giriyorum." dedi.

Bâyezîd-i Bistâmî'ye; "Nefsine verdiğin en hafif cezâ nedir?" diye sordular. Cevâbında; "Bir defâsında nefsim, bir itâatsizlikte bulundu. Buna cezâ olarak bir yıl boyunca hiç su içmedim." buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî bir defâsında şöyle anlattı: Bizim rûhumuzu, semâlara götürdüler. Cennet'i, Cehennem'i gösterdiler. Hiçbir şeye bakmadım. Hep Allahü teâlâyı düşünüyordum. Nice makâmlardan geçirdiler. Nihâyet ezeliyyet ağacını gördüm. Sonra; "Yâ Rabbî! Sana gelebilmem için beni benliğimden kurtar." diye yalvardım. Bana bildirildi ki:"Ey Bâyezîd! Benliğinden kurtulup bana yaklaşman, Sevgili Peygamberime tâbi olmana bağlıdır. O'nun ayağının tozunu, gözüne sürme yap. O'nun bildirdiği hükümlere uymaya devâm et. (Tasavvuf ehli arasında bu menkıbeye Bâyezîd'in mîrâcı denir.)

"Bulunduğunuz şu derecelere nasıl kavuştunuz?" diye kendisine sordular. Cevâbında buyurdu ki: "Her yerde Allahü teâlânın gördüğünü ve bildiğini düşünüp, edebe riâyet etmekle." buyurdu.

Bir gün hazret-i Bâyezîd'e; "Peygamberler hakkında ne buyurursunuz?" diye sordular. Cevâbında buyurdu ki: "Biz onlar hakkında bir şey söyleyemeyiz ve onları anlayamayız. Hallerini anlamaktan âciziz. Onlar, bizim anlıyabildiğimizden çok daha yüksekdirler. Diğer insanlar, büyük velîleri ne kadar anlıyabilirse, velîler de peygamberleri ancak o kadar tanıyabilirler."

Bâyezîd-i Bistâmî, yanında bulunanlara; "Allahü teâlâ, kendilerinden râzı olduğu kimseleri Cennet'ine koyuyor değil mi?" diye sordu. Onlar; "Evet efendim, öyledir." diye cevap verdiler. Bunun üzerine; "Bir kimse, Allahü teâlânın rızâsına kavuştuktan sonra, bir anlık duyduğu zevk ve saâdet, Cennet'teki bin köşkten daha fazladır." buyurdular.

Bâyezîd-i Bistâmî bir defâsında bir imâmın arkasında namaz kıldı. Namazdan sonra, o imâm, Bâyezîd'e; "Siz bir yerde çalışıp para kazanmıyorsunuz. Başkalarından da bir şey istemiyorsunuz. O halde siz, nafakanızı nereden temin ediyorsunuz?" dedi. Hazret-i Bâyezîd bunu duyunca; "Ben hemen namazımı iâde edeyim. Zîrâ rızıkları kimin verdiğini bilmeyen birinin arkasında namaz kılmışım, bu ise câiz değildir." buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî devamlı; "Allah!.. Allah!.." derdi. Vefâtı ânında da yine; "Allah!.. Allah!.." diyordu. Bir ara şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî! Senin için yaptığım bütün ibâdet, tâat ve zikirleri hep gaflet ile yaptım. Şimdi can veriyorum. Gaflet hâli devâm ediyor. Allah'ım! Bana huzûr ve zikir hâlini ihsân eyle." Bundan sonra, zikir ve huzûr hâli içinde rûhunu teslim etti.

Bayazidi Bestami Hazretleri veTecellî-i İlâhi

Bayazidi Bestami Hazretleri, zikrullah halkasında dururken kendisine bir hal gelir. Durduğu yerde duramaz. Ayağa kalkar dolanır, döner, bağırır.
- Subhanîy mâ âzamîy şanîy.
Ben, subhan değil miyim, benim şanım büyük değil mi?
Manâ'sı: Ben, değil miyim, benim şanım büyük değil mi? demektir. Sen zikirde böyle söylüyorsun. Bayazidi Bestami:
- Ben farkında değilim, deyince:
- Söyledin, dediler.
- Ben, onu söylersem, vurun beni, öldürün. Beni öldürmezseniz, (cc) yanında siz sorumlusunuz, diyor. Yine zikrullahta kendisine tevacüd hali gelip dolanmaya, dönmeye ve bağırmaya başladı.
- (Sübhanîy mâ âzamîy şanîy) "Ben Sübhan değil miyim?"
Yani Ben değil miyim, benim şanım büyük değil mi? deyince herkes evvelce hazırladıkları balta, kılıç, hançer gibi şeyleri vurmaya başladılar. Ne kadar vurdularsa aynen bir çeliğe vurmuş gibi ses çıkarıp baltanın, kılıcın ağzı kırılıyor, veya dönüyor. Vuran adamların elleri acıyor, ellerindekini yere atıyorlar. Bayazidi Bestami yine bağırmasına devam ediyor. Zikrullah bitince:
- Yine bağırdın, dediler. Bayazidi Bestami:
- Neden vurmadınız? Onlar:
- Vurduk, dediler. O zaman eline bir iğne alıp, iki parmağının arasına batırdı, kan çıktı.
- Benim etim, bir iğneye bile dayanamıyor. Demek ki o zaman o sözü söyleyen, ben değilim. İşte Tecellî-i İlâhi budur.

BÂYEZİD-İ BİSTÂMÎ (K.S.)Hazretlerinin Namaz Tarifi...

Bâyezid-i Bistâmî (k.s.) hazretlerinin ileride büyük bir insan olacağı küçüklüğünde belliydi. Nitekim Şakîk-i Belhî hazretleri bir gün, onu çocukluğunda arkadaşları ile oynarken görmüş, 'Bu çocuk büyüyünce zamanın en büyük velîsi olacak' buyurmuştu.

Âlimlerden bir zât, yine bir gün Bâyezid hazretlerini görünce çok sevmiş, zekâ ve anlayışını ölçmek için:

'Güzel çocuk, namaz kılmasını biliyor musun?diye sormuştu. Bâyezid-i Bestâmî(k.s.) de:

'Evet Allah dilerse, becerebiliyorum cevabını vermişti. O âlim zât:

'Nasıl? diye sordu. Bâyezid hazretleri de:

'Rabbimin emrini yerine getirmek üzere tekbir alıyor, Kur'ân-ı Kerîm'i tane tane okuyor, ta'zim ile rükûya gidiyor, tevâzu ile secdeye ediyor, vedâlaşarak selâm veriyorum, dedi. O zat bu târife hayran kalarak:

'Ey sevimli ve zekî çocuk! Sende bu fazîlet ve derin anlayış varken, insanların gelip başını okşamasına niçin izin veriyorsun?diye sordu.

Bâyezid hazretleri, bu soruya da yaşından umulmayacak hâkimâne bir cevap verdi. Buyurdu ki:

'Onlar beni değil, Allah Teâlâ'nın beni süslediği o güzelliği meshediyor, okşuyorlar. Bana ait olmayan bir şeye dokunmalarına nasıl mâni olabilirim.

BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ (Radıyallahü Anh) "Mürşidin kimdir?"

Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakka da'vet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî se'âdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisidir. "Sultân-ül-ârifîn" lakabıyla meşhûrdur. Künyesi, Ebû Yezîd'dir. İsmi Tayfur, babasının adı Îsâ'dır. 160 veya 188 (m. 803)'de İran'da Hazar Denizi kenarında Bistâm'da doğdu. 231 veya 261 (m. 874) senesinde Şabân-ı şerîfin onbeşinci günü Bistâm'da vefât etti. Hanefî mezhebinde idi.

Annesi diyor ki, "Kendisine hâmile iken şüpheli bir şeyi ağzıma alacak olsam, onu geri atıncaya kadar karnıma vururdu."

Üveysî olup, İmâm-ı Ca'fer-i Sâdık'ın vefâtından kırk yıl sonra doğdu. İmâm-ı Ali Rızâ'nın sohbetinden ve bunun bereketiyle İmâm-ı Ca'fer-i Sâdık'ın rûhâniyetinden istifâde etmiştir. Hz. Bâyezîd, İmâm-ı Ca'fer-i Sâdık'ın rûhâniyetinden feyz almakla meşhûr olmuştur. Otuz sene Şam civarında bulunup, yüzonüç âlimden ilim öğrenmiştir. Aşk-ı ilâhîde o kadar ileri ve ibâdette o derece yüksekte idi ki, namaz kılarken korkusundan ve İslâmiyete saygısından göğüs kemikleri gıcırdar, yanında bulunanlar bunu işitirlerdi. Son derece âlim, fa dil ve edîb idi. Şiirleri meşhûrdur.

Hz. Bâyezîd, ilim tahsil ettiği üstâdlarından birine olan hürmet ve muhabbetinden dolayı, onun kabrinin yanına defn edilmeyi ve kabrinin, hocasının kabrinden, daha derin yapılmasını, kendi vücûdunun, hocasının vücûdundan aşağıda olmasını vasıyyet etti. Hocalarının en büyüğü, ü teâlâya kavuşmak yolunda çok yüksek derecelere kavuşmasına vesîle olan, İmâm-ı Ca'fer-i Sâdık hazretleridir. Feyz ve ma'rifeti, İmâm-ı Ca'fer-i Sâdık'ın mübârek rûhâniyetinden, O da, Medîne-i münevverenin yedi büyük âliminden biri olan Kâsım bin Muhammed'den, O da, Selmân-ı Fârisî'den, O da, Eshâb-ı kirâmın en yükseği Sıddîk-ı ekber'den (r.anhüm), O da, Resûlullah efendimizden (s.a.v.) almıştır.

Çocukken bir gün câmi avlusunda oynarken, oradan geçmekte olan Şakîk-i Belhî (r.a.) kendisini görüp, "Bu çocuk büyüyünce zamanının en büyük velîsi olacak" buyurdu. Küçük yaşta iken, annesi, kendisini mektebe gönderdi. Bâyezîd (r.a.), büyük bir dikkatle derse devam ediyordu. Bir gün Kur'ân-ı kerîm okumak için gittiği mektebde, okuduğu bir âyet-i kerîmenin (Lokman sûresi-14) te'sîri ile erkenden eve döndü. Annesi merak edip niçin erken döndüğünü suâl edince, şöyle cevab verdi: "Bir âyet-i kerîme gördüm. ü teâlâ o âyet-i kerîmede kendisine ve sana hizmet ve itâat etmemi emrediyor. Ya benim için ü teâlâya duâ et, sana hizmet ve itâat etmem kolay olsun, veyahut da beni serbest bırak, hep ü teâlâya ibâdet ile meşgul olayım" dedi. Annesi, "Seni ü teâlâya emânet ettim. Kendini O'na ver" dedi. Bundan sonra Bâyezîd (r.a.), kendini ü teâlâya verdi, emirlerinin hiç birisini yapmakta gevşeklik göstermedi, ama annesinin hizmetini de ihmâl etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir emir kabul edip, her durumda yerine getirmeye çalışırdı. Çünkü ü teâlânın emri de böyle idi. Soğuk ve dondurucu bir kış gecesi idi. Annesi yattığı yerden oğluna seslenip su istedi. Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) hemen fırlayıp su testisini almaya gitti. Fakat testide su kalmamış olduğundan çeşmeye gidip, testiyi doldurdu. Buzlarla kaplı testi, ile annesinin başına geldiğinde, annesinin tekrar dalmış olduğunu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. O halde bekledi. Nihayet annesi uyandı ve "Su, su" diye mırıldandı. Bâyezîd (r.a.) elinde testi bekliyordu. Şiddetli soğuk te'sîri ile eli donmuş parmakları testiye yapışmış idi. Bu hâli gören annesi "Yavrum, testiyi niçin yere koymuyorsun da elinde bekletiyorsun?" dedi. Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) "Anneciğim uyandığınız zaman, suyu hemen verebilmek için testi elimde bekliyorum" dedi. Bunun üzerine annesi "Yâ Rabbî! Ben oğlumdan razıyım. Sen de râzı ol!" diye cân-ü gönülden duâ etti. Belki de annesinin bu duâsı sebebiyle, ü teâlâ ona evliyâlığın çok yüksek mertebelerine kavuşmağı ihsan etti. İstanbul'a geldiği, papazların bir toplantısında bulunduğu ve aralarından yüzlercesinin îmânla şereflenmesine vesîle olduğu rivâyet edilmektedir.

Menkıbeleri, kerâmetleri ve hikmetli sözleri meşhûrdur.

Nakledildiğine göre Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) hocalarından birinin huzurunda bulunuyordu. Hocası "Şu rafdaki kitabı getir" dedi. Bâyezîd, "Hangi rafdaki kitabı istiyorsunuz efendim?" dedi. Hocası, "Bunca samandır buraya gelip gidiyorsun. Dershanede oturduğun yerin üstündeki rafı diyorum" deyince, Hz. Bâyezîd, "Efendim, mübârek sohbetini?.! dinlemekteki dikkat ve edebe riâyetten dolayı, şu âna kadar başımı kaldırıp etrafa bakmış değilim" diye cevap verdi. Hocası bu söz karşısında "Madem ki durum böyledir. Senin işin tamamdır. Şimdi artık Bistâm'a dönebilirsin ve bizden öğrendiklerini başkalarına öğretebilirsin" buyurdu.

Bir gün kendisine, "Mürşidin kimdir?" diye sordular. O da "Bir kadın" dedi. "Bu nasıl olur?" dediler. Cevâbında şöyle buyurdu: "Bir gün ü teâlânın sevgisi ile kendimden geçmiş olarak yolda yürüyordum. Bir kadın gördüm. Elinde bulunan bir çuval unu, taşımam için bana ricada bulundu. Gücüm yetmez diye düşündüm. Orada kafes içinde bulunan bir arslana işaret ettim. Kafes açılıp, arslan geldi. Un çuvalını yükledim. Fakat açıktan kerâmet göstermiş olduğum için de çok korktum ve mahcûb oldum. Kadının beni tanıyıp tanımadığını öğrenmek için, "Pazara varınca kimi gördüm diyeceksin?" dedim. Kadın, "Zâlim Bâyezîd'i gördüm diyeceğim" dedi. Ben hayretle "Neden?" diye sordum. Kadın şöyle cevap verdi: "ü teâlâ, bu arslanı yük taşımak için yaratmadığı hâlde, sen niçin yük yükledin? Bu zulüm değil de nedir? Bunu, insanlar sana kerâmet sahibi desinler diye yapmış isen çok fena." Bunun üzerine çok ağlayıp istiğfâr ettim. Bundan sonra benden fevkalâde bir hâl meydana gelse, "Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah, Nuh Neciyullah, İbrâhîm Halîlullah, Mûsâ Kelîmullah, Îsâ Rûhullah; yazısını veya bir nûr görüyorum. Böylece, benden meydana gelen hâllerin doğru olduklarını, ü teâlâ tarafından tasdîk olunduğunu anlıyorum."

Hz. Bâyezîd-i Bistâmî, ü teâlânın aşkı ile öyle bir hâlde idi ki, O'ndan başka hiçbir şeyi tanımazdı. Yirmi yıl yanında bulunan ve hiç ayrılmayan talebesine her çağırdığında "Yavrum ismin nedir?" diye sorardı. Bir defasında, o talebe dedi ki, "Efendim. Yirmi yıldır hiç ayrılmadan, hizmetinizde bulunmakla şerefleniyorum. Lâkin her defasında ismimi sormanızın hikmetini anlıyamadım." Hz. Bâyezîd-i Bistâmî "Evlâdım, kusura bakma. Her defasında ismini soruyorum. ü teâlânın muhabbeti kalbime gelince, beni öyle bir hâl kaplıyor ki, O'ndan başka her şeyi unutuyorum. Senin ismini de hatırımda tutmaya çalışıyorum, fakat böyle hâl olunca unutuyorum. Sen hiç üzülme" buyurup talebesinin gönlünü aldı.

Birgün yakınları kendisine, "Efendim, filan yerde büyük bir zât var. Fazîlet ve kerâmet sahibi bir velîdir" dediler ve daha başka sözlerle o zâtı çok medh ettiler. Bunun üzerine Hz. Bâyezîd "Madem öyledir. O halde o büyük zâtı ziyârete gitmemiz lâzım oldu" buyurdular. Talebelerinden ba'zıları ile birlikte tarif edilen zâtın bulunduğu yere geldiler. Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) bildirilen zâtın, mescide gitmekte olduğunu gördü ve kıbleye karşı tükürdüğünü müşahede etti. Görüşmekten vazgeçip derhal geri döndü. Sonra o kimse hakkında şöyle buyurdu: "Dînin hükümlerini yerine getirmekte, sünnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riâyette zayıf olan birisine, nasıl olur da kerâmet sahibi denilir. Böyle bir kimsenin, ü teâlânın evliyâsından olması mümkün değildir,"

Bâyezîd-i Bistâmî'ye (r.a.) "Bu yüksek makamlara nasıl kavuştunuz?" diye sordular. Cevâbında şöyle anlattı: "Bir gece herkesin uyuduğu bir sırada, Bistâm'dan çıktım. Ay her tarafı aydınlatıyordu. Gidiyor iken, aniden karşımda çok heybetli bir makam gördüm. Onsekizbin âlem O'nun heybeti yanında bir zerre gibi kalıyordu. Aklım başımdan gitti. Beni fevkalâde bir hâl kapladı. O halde iken (Yâ Rabbi, bu kadar büyük, bu kadar güzel bir dergâh acaba niçin böyle boş?) dedim. Bir nida geldi ki: (Bu dergâhın boşluğu, kimse gelmediği için değil, belki gelenlerin lâyık olmadığı ve uygunsuzluğu sebebiyle gelenleri bizim kabul etmeyişimizdendir." Bir an, herkesin bu huzura kavuşması için şefâatçi olayım diye kalbime geldi. Fakat, bu şefâat makamının Sultân-ül-Enbiyâ Muhammed Mustafâ (s.a.v.) efendimize mahsus olduğunu hatırlayıp, benim öyle düşünmemin, bu şefâat makamına karşı edebe riâyetsizlik olacağını anlayıp, o düşüncemden vazgeçtim. Bir ses duydum ki (Ey Bâyezîd, Sultân-ül-Enbiyâ'ya olan muhabbetin ve edebe riâyetin sebebiyle, biz de senin edebini ve mertebeni yükseltiyoruz. Kıyâmete kadar (Sul-tân-ül-ârifîn; diye anılırsın; buyuruyordu.

Sultân-ül-âlifin, Bâyezîd-i Bistâmî'yı (r.a.) bir gece uyku bastırıp, sabah namazına uyanamadı. Namazını kaza edip o kadar ağlayıp inledi ki, bir ses”İşitti. "Ey Bâyezîd, bu günahını affeyledim. Bu pişmanlık ve ağlamana da, ayrıca yetmişbin namaz sevabı ihsan eyledim" diyordu. Aradan bir kaç ay geçtikten sonra onu, yine uyku bastırdı. Şeytan gelip, Hz. Bâyezîd'in mübârek ayağından tutarak uyandırdı ve "Kalk namazın geçmek üzeredir" dedi. Bâyezîd (r.a.) Şeytan'a, "Ey mel'ûn! Sen hiç böyle yapmazdın. Herkesin namazının geçmesini, kazaya kalmasını isterdin. Şimdi nasıl oldu da beni uyandırdın?" buyu-runca; Şeytan su cevâbı verdi: "Bir kaç ay önce sabah namazını kaçırdığında, pişmanlığın ve üzüntün ebebiyle çok ağlayıp inlediğin için ayrıca yetmişbin namaz sevabı almıştın. Bu gün, onu düşünerek seni uyandırdım ki, sadece vaktin namazının sevabına kavuşasın, yetmişbin namaz sevabına kavuşmaya-sın."

Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri şöyle anlatıyor: "Benim zamanımda binlerce velî vardı. Hepsi de ibâdet, riyâzet, keşif ve kerâmet sahibi idi. Fakat asrın kutupluğu, ümmî bir demircinin üzerinde idi. Ben bu işin sır ve hikmetine karşı hayretler içindeydim. Çoluk çocuğunun nafakası için geceli gündüzlü örs başından ayrılmayan demirciyi görmek istedim. Birgün dükkânına gittim. Selâm verdim. Beni görünce, çocuklar gibi sevindi. Ellerime sarıldı, uzun uzun öptü ve benden duâ rica etti. Henüz keşif âlemine girmemiş olduğu için kendi makamından habersizdi. Benden duâ isteyince dedim ki: "Ben senin ellerinden öpeyim de, sen bana duâ eti Sizin duânıza muhtaç olan benim!" O ise şöyle cevap verdi:

"Benim sana duâ etmemle, içimdeki dert hafiflemez ki!" Bunun üzerine ben de "Derdin nedir? Söyle bir çâre arayalım?" dedim. "Acaba kıyâmet gününde, bunca insanın hâli ne olur? Bunu düşünmekten, buna yanmaktan başka derdim yok" dedikten sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. Beni de ağlattı. O vakit içimden bir nida duydum: "Bunlar nefsim, nefsim diyenlerden değil, ümmetim ümmetim diyenlerdendir." Hemen içimdeki hayret silindi. Kutupluk makamının bu demirciye niçin verildiğini sezdim. Anladım ki, böyleleri, sevgili Peygamber efendimizin kalbine her an bağlıdır. Onun hakikatine mazhardır. Demirciye dedim ki:

"İnsanların azâb çekmesinden sana ne?" Demirci de, "Bana mı ne? Benim fıtratımın mayası, şefkat suyuyla yoğunılmuştur. Cehennem ehlinin bütün azabım bana yükleseler de, onları bağışiasalar, ben se'âdete ererim ve derdimden kurtulurum" dedi.

O, namazda okunmak için, farz miktarından fazla sûre ve âyet bilmiyordu. Bilmediklerini öğrettim. Ben de, kırk yıldır elde edemediğim ma'nevî derecelere yükseldim, içim feyz-i ilâhi ile doldu. O vakit iyice anladım ki, kutupluk sırrı başka bir ma'nâ imiş."

Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, kabristanda çok dolaşırdı. Bir gece yine gezerken, gece bekçisi elindeki sopayla vurdu. Bâyezîd (r.a.) "La havle velâ kuvvete illâ bil-lâhil aliyyil azîm" dedi. Bekçi birkaç kere daha vurunca sopa kırıldı.

Bâyezîd hazretleri eve dönünce talebelerine sopanın fiatanı sordu. O kadar parayı bir keseye koyarak, bir miktar da tatlı ile beraber bir talebesiyle, o bekçiye gönderdi. Bir de mektûb yazarak bekçiye vermesini söyledi. Mektup şöyle idi:

(Muhterem Bekçi efendi, belki beni hırsız sanarak dövdün. Kabahat bendedir. Gece kabristanda gezmeseydim, dövmezdin. Sopanızın kırılmasına da sebep oldum. Gönderdiğim parayla kendine bir eli sopa al! Sopanın kırılma üzüntüsünün kalbinden gitmesi için de, yolladığım tatlıyı ye! ü teâlânın selâmı üzerine olsun.) Genç bekçi mektubu okuyunca, gelip özür dileyerek tövbe etti. Onunla birlikte birkaç bekçi daha hak yola girdi, Bir gün Yûsuf-i Bahirânî isminde bir zât kendi kendine düşündü ki, "Bâyezîd-i Bistâmî'nin yanına gideyim. Eğer, açıktan bir kerâmet gösterirse velî olduğunu kabul edeyim. Böylece O'nu imtihan etmiş olayım." Bu düşünce ile, Hz. Bâyezîd'in bulunduğu yere geldi. Hz. Bâyezîd onu görünce buyurdu ki: "Biz kerâmetlerimizi, talebelerimizden Ebû Sa'îd Râî'ye (r.a.)'e havale ettik. Sen ona git." Bu kimse gidip, Ebû Sa'îd Râî'yi sahrada buldu. Kendisi namaz kılıyor, koyunlarına da, kurtlar bekçilik ediyordu. Namaz bitince, gelen kimse kendisinden taze üzüm istedi. Oralarda üzüm bulunmazdı ve zamanı da, değildi. Ebû Sa'îd Râî (r.a.) asasını ikiye bölüp, bir parçasını gelen kimsenin tarafına, diğer kısmını da kendi tarafına dikti. ü teâlânın izni ile, hemen o parçalar asma oldu ve taze üzüm verdi. Fakat, Ebû Sa'îd tarafında bulunan üzümler beyaz, gelen kimsenin tarafında bulunan üzümler siyah renkte idi. O kimse, üzümlerin renklerinin farklı olmasının sebebini sordu. Ebû Sa'îd Râî. (r.a.), "Ben ü teâlâdan, yakın yolu ile istedim. Sen ise imtihan yolu ile istedin. Dolayısıyle, renkleri de niyetlerimize uygun olarak meydana geldi" buyurdu ve o kimseye bir kilim hediyye edip, kaybetmemesini tenbih etti. O kimse kilimi alıp, hacca gitti. Fakat, kilimi, Arafat'da kaybetti. Çok aradı ise de bulamadı. Hacdan dönüşünde, Bistâm'a, Bâyezîd hazretlerinin yanına uğradı. Baku ki kaybettiği kilim, Hz. Bâyezîd'in önünde duruyor. Bu hâdiselere şâhid olduktan sonra, böyle yüce bir zâttan, kerâmet istediğine çok pişman oldu. Tövbe ve istiğfâr edip, Bâyezîd-i Bistâmî'nin talebeleri arasına katıldı.

Bir sene hacca gitmek üzere yola çıktı. Bir devesi vardı. Azığını ve eşyasını o deveye yüklemişti. Birisi kendisine, "Bu kadar uzun yol için, bu kadar yük bu deveye fazla gelmez mi?" dedi. Bâyezîd (r.a.) "Acaba yükü taşıyan deve midir? dikkat et bakalım, devenin sırtında yük var mı?" dedi. O kimse dikkatle baktığında gördü ki, yük devenin sırtından bir karış yukarıda durmaktadır. O kimse hayretini gizliyemeyip "Sübhânallah! Ne kadar acâib bir iş" deyince, Hz. Bâyezîd, "Hâlimi sizden gizlesem, bana dil uzatıyorsunuz. Hâlimi size açık açık göstersem hayret ediyorsunuz, takat getiremiyorsunuz. Ben size ne yapayım bilemiyorum?" buyurdu ve yoluna devam etti. Ziyâretleri esnasında kendisine, annesinin hizmetine gitmesi bildirildi. Bistâm'a giden bir kafile ile hemen yola çıktı. Bistâm'a geldiği duyulunca bütün halk yollara dökülüp, kendisini karşıladılar. Seher vakti evlerine geldi. Annesi abdest almış şöyle duâ ediyordu, "Yâ Rabbî! Benim garîb oğlumu her kötülükten muhafaza buyur. Büyükleri kendisinden hoşnud eyle. Oğluma güzel hâller ve iyilikler ihsan buyur..." Bunun üzerine Bâyezîd (r.a.) kapıyı çalıp izin İstedi. Annesinin "Kim o?" suâline Bâyezîd (r.a.) "Senin garîb oğlun" cevâbını verdi. Annesi koşup kapıyı açtı ve "Senden ayrılık hasretiyle ağlaya ağlaya saçlanma ak düştü, belim büküldü" dedi.

Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) bir sene hac dönüşünde Hemedan'a uğrayıp, oradan bir miktar tohum satın aldılar. Bistâm'a gelip, Hemedan'dan aldığı tohum torbasını açınca içinde bir kaç adet de karınca bulunduğunu gördü. Bunları yuvalarından ayırmanın münâsip olmıyacağını düşünüp, tekrar Hemedan'a gitti Tohumu aldığı yere bırakıp, ondan sonra Bistâm'a döndü.

Bir gün yolda yürürken, bir gencin kendisini takip etmekte olduğunu fark edip döndü ve gence, "Niçin beni takip ediyorsun, istediğin nedir?" dedi. Genç, edeble, "Efendim, sizin gibi olmak, yolunuzda bulunmak istiyorum. Lütuf elinizi uzatıp himmet buyurun da ben de kazanayım" dedi. Cevâbında "Benim yaptıklarımı yapmadıkça, benim derimin içine girsen istifâde edemezsin. Bu ü teâlânın bir lütfudur" buyurdu.

Hz. Bâyerid-i Bistâmî'ye bir kimse gelip: "Efendim, ben Taberistan'da idim. Bir zâtın cenâze namazını kılıyorduk. Siz de orada idiniz, cenâze namazından sonra Hızır aleyhisselâmın elinden tuttunuz. Daha sonra sizin havada uçtuğunuzu gördüm" dedi. Bâyerid (r.a.), ona "Doğru söylüyorsun" buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî'ye (r.a.) bir gün bir kimse gelip dedi ki, "Efendim. Ben otuz senedir, gündüzleri oruç tutup, geceleri namaz kılıyorum. Ama, kendimde hiç bir ilerleme göremiyorum. Halbuki i'tikâdım da düzgündür." Bâyezîd (r.a.) "Sen bu hâlde üçyüz sene daha devam etsen bir şeye kavuşamazsın. Çünkü nefs engelin var" buyurdu. O kimse, "Efendim. Bunun hâl çaresi yok mu?" diye sordu. Bâyerid (r.a.): "Var ama sen kabul etmezsin" buyurdu. O kimse ısrar edip "Aman efendim, lütfen bildiriniz ve beni talebeliğinize kabul ediniz. Ne emrederseniz yaparım" dedi. Bâyezîd (r.a.) buyurdu ki: "Öyle ise şimdi evine git. Bu kıymetli elbiseleri çıkarıp, ad! ve eski bir elbise giy. Boynuna bir torba asıp içine ceviz doldur. Seni en iyi, tanıyanların bulundukları sokağa git, Çocuktan başına topla, (Bana bir tokat vurana bir ceviz, iki tokat vurana iki ceviz, veriyorum) de." O kimse bunları duyunca, "Sübhânallah, Lâ ilâhe illallah. Ben bunları yapamayacağım. Bana başka bir şey emretseniz" dedi. Hz. Bâyezîd, "Senin ilâcın ancak budur ve biz de baştan (Sen bunları kabul etmezsin) diye söylemiştik. Yolumuzun esası nefsi terbiye etmektir." buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî'nin mecûsî olan bir komşusu ve süt emme çağında bir de çocuğu vardı. Bu mecûsî sefere çıktı. Evlerini aydınlatacak bir şeyi bulunmadığı için çocuk ağlıyordu. Hz. Bâyezîd her gün bir çıra alıp, komşusunun evine götürdü. Mecûsî seferden dönünce durumu haber alıp, kendisinde değişiklikler hissetti Hz. Bâyezîd'e karşı kalbinde bir sevgi hâsıl olduğu hâlde, "O zâtın aydınlığı varken bizim karanlıkta bulunmamız hiç uygun değildir" dedi ve hemen Bâyezîd-i Bistâmî'nin huzuruna gidip müslüman oldu.

Bir gün sohbetinde bulunanlara, "Kalkınız, ü teâlânın velî kullarından birini karşılamaya çıkalım" buyurup, kalktılar. Yola çıktıklarında, İbrâhîm bin Şeybe-i Hirevî ile karşılaştılar. Hz. Bâyezîd ona, "Hatırıma, seni karşılamak ve katında sana şefâat etmek geldi" buyurdu. O da, "Efendim siz bütün mahlûkâta şefâat etseniz yine fazla sayılmaz" dedi.

Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) bir gün talebeleriyle giderken delilerin bulunduğu bir tımarhanenin önünden geçiyorlardı. Talebelerinden birisi, orada, delilerin tedaviler için bir şeyler yapmaya çalışan baştabibe yaklaşıp, "Günah hastalığı ile hasta olanlar için bir ilâcınız var mıdır?" diye sordu. Baştabib cevap veremeyip susunca, ayağı zincirle bağlı delilerden biri, Bâyezîd'in (r.a.) teveccühü ile şöyle dedi: "O derdin ilâcı şöyledir: Tövbe kökünü istiğfâr yapr ağıyla karıştırıp, kalb havanına koyarak, tevhîd tokmağıyle iyice dövmeli. Sonra insaf eleğinden eleyip, gözyaşıyle hamur etmeli. Daha sonra aşkullah ateşinde pişirip, muhabbet-i Muhammediyye balından katarak, gece gündüz kanâat kaşığıyla yemelidir."

Ebû Türâb Nahşebî'nin bir talebesi vardı. ü teâlâya olan muhabbetinin çokluğundan dolayı hemen hergün yüzlerce defa kendinden geçip bayılırdı. Bugün hocası, kendisine "Sen Hz. Bâyezîd'i görsen daha çok derecelere kavuşurdun" dedi ve o talebe ile beraber Hz. Bâyezîd'in yanına geldiler. Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) ile o talebe göz göze geldikleri anda talebe düşüp vefât etti. Bunun üzerin; Ebû Turâb Nahşebî dedi ki: "Yâ Bâyezîd, bu talebe öyle idi ki, ü teâlânın aşkı ile kendisinde ba'zı hâller olur, kendisinden geçerdi. Fakat sizi bir defa görmekle düşüp can verdi. Bu nasıl oluyor?" Hz. Bâyezîd buyurdu ki: "O kişinin hâli doğru idi. Önceden, onun müşahedesi kendi makamı kadar idi. Beni gördüğü anda, müşahedesi benim makamım kadar oldu. Lâkin o kimse buna takat getiremeyip, can verdi."

Bir gece, ba'zı kimseler Hz. Bâyezîd'in nasıl ibâdet yaptığını, neler söylediğini işitmek için penceresinin altında dinlemeye başladılar. Seher vakti olduğunda bütün kalbiyle "" dedi. Sonra düşüp bayıldı. Bayılmasının sebebi sorulduğunda "Sen kim oluyorsun? Senin haddine mi düştü ki, ismimi ağzına alıyorsun? şeklinde bir nida gelir diye çok korktum da eti onun için bayılmışım" buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) namaz kılmak bu için mescide gelince kapıda bir miktar za durur ve ağlardı. Sebebini soranlara da, "Câmiyi, vücûdumla kirletmekten korkuyorum. Tövbe edip ü teâlâya yalvarıyorum, ondan sonra giriyorum" dedi.

Bâyezîd-i Bistâmî'ye (r.a.) sordular ki: "Nefsine verdiğin en hafif ceza nedir?" Cevâbında buyurdu ki: "Bir defasında nefsim, bir itâatsizlikte bulundu. Buna ceza olarak bir yıl boyunca hiç su içmedim." Bir gün ba'zı kimseler, Bâyezîd'in huzuruna gelip, yağmur yağması için duâ etmesini taleb etmişlerdi. Hz. Bâyezîd mübârek başını eğip, bir miktar duâ ettikten sonra, "Gidiniz, damlarınızın oluklarını kontrol ediniz" buyurdu. Ondan sonra 24 saat durmadan yağmur yağdı.

Bir defasında Hz. Bâyezîd'in kalbine şöyle ilham olundu: "Ey Bâyezîd! Hazinelerim, başkaları tarafından yapılan ibâdetlerle ve güzel hizmetlerle doludur. Sen bize öyle bir şeyle gel ki, o bizde olmasın." Hz. Bâyezîd, "Yâ Rabbî! Hazinende bulunmayan şey nedir?" Kalbime ilham olundu ki, "Acizlik, zavallılık, çaresizlik, zillet ve ihtiyaç."

Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) bir defasında şöyle anlattı: Bizim ruhumuzu, semâlara götürdüler. Cenneti, Cehennemi gösterdiler. Hiçbir şeye bakmadım. Hep ü teâlâyı düşünüyordum. Nice makamlardan geçirdiler. Nihayet ezeliyyet ağacını gördüm. Sonra "Yâ Rabbî! Sana gelebilmem için beni benliğimden kurtar" diye yalvardım. Bana bildirildi ki: "Ey Bâyezîd! Benliğinden kurtulup bana yaklaşman, Sevgili Peygamberime tâbi olmana bağlıdır. Onun ayağının tozunu, gözüne sürme yap. Onun bildirdiği hükümlere uymaya devam et. (Tasavvuf ehli arasında bu menkıbeye Bâyezîd'in mi'râcı" denir.)

"Bulunduğunuz şu derecelere nasıl kavuştunuz?" diye kendisine sordular. Cevâbında buyurdu ki: "Her yerde ü teâlânın gördüğünü ve bildiğini düşünüp, edebe riâyet etmekle" buyurdu.

Sâlihlerden bir zât şöyle anlatıyor: "Abdurrahmân bin Yahyâ'ya "Tevekkül nedir?" diye sordum "E-lin, bileğine kadar ejderhanın ağzında olsa, ü teâlâyı düşünüp, başkasından korkmamandır" buyurdu. Aynı suâli Hz. Bâyezîd'e de sorayım. Onun da cevâbını alayım düşüncesiyle kapısını çaldım. Kapıyı açmadan ve kim olduğumu sormadan, "Abdurrahmân'ın sözü sana kâfi gelmedi mi?" buyurdu. Kapıyı açmalarını istirham ettim. "İyi ama sen ziyâret için değil, suâl sormak için geldin ve kapının arkasında iken cevâbını aldın" buyurdu. Ben dönüp gittim. Bir sene sonra kendisini ziyâret etmek niyyetiyle yanlarına geldim. "Hoş geldin. Şimdi bizi ziyârete gelmişsin" buyurdu. Yanında bir ay kaldım. Bu zaman içinde kalbimden geçenleri bana haber verirdi."

Bir gün Hz. Bâyezîd'e "Peygamberler lakkında ne buyurursunuz?" diye sordular. Cevâbında buyurdu ki: "Biz onlar hakanda bir şey söyliyemeyiz ve onları anlıyamayız. Hâllerini anlamakdan âciziz. Onlar, bizim anlıyabildiğimizden çok daha yüksekdirler. Diğer insanlar, büyük velîleri ne kadar anlıyabilirse, velîler de peygamberleri ancak o kadar tanıyabilirler."

Bâyezîd (r.a.) yanında bulunanlara, ü teâlâ kendilerinden râzı olduğu kimseleri Cennetine koyuyor değil mi?" diye sordu. Onlar "Evet efendim, öyledir" diye cevap verdiler. Bunun üzerine "Bir kimse, ü teâlânın rızâsına kavuştuktan sonra, bir andaki duyduğu zevk vesaâdet Cennetteki bin köşkten daha fazladır." Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) bir defasında bir imâmın arkasında namaz kıldı. Namazdan sonra, o imâm, Hz. Bâyezîd'e "Siz bir yerde çalışıp para kazanmıyorsunuz. Başkalarından da bir şey istemiyorsunuz. O halde siz, nafakanızı nereden temin ediyorsunuz?" dedi. Hz. Bâyezîd bunu duyunca, "Ben hemen namazımı iade edeyim. Zîrâ, rızıkları kimin verdiğini bilmiyen birinin arkasında namaz kılmışım, bu ise caiz değildir" buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) bir gün, talebeleri ile birlikte, gayet dar bir sokaktan geçiyorlardı. Hz. Bâyezîd, karşıdan bir köpeğin gelmekte olduğunu gördü ve geri çekilip köpeğe yol verdi. Talebelerinden birinin hatırına şöyle geldi: "İnsanoğlu hayvanlardan şereflidir. Hem bizim üstadımız, Sultân-ül-ârifîndir. Hem de etrafındakiler onun, her biri çok kıymetli sâdık talebeleridir. Bütün bunlara rağmen, üstadımızın bu köpeğe yol vermesinin hikmeti acaba nedir?" Bunun üzerine Hz. Bâyezîd buyurdu ki: "Şu köpek, hâl lisânı ile bana dedi ki, "Sana Sultân-ül-ârifîn olmak hil'atini ve bana da köpeklik postunu giydirdiler. Bunun tersi de olabilirdi." Bunun üzerine ben de ona yol verdim."

Bir defasında şöyle anlattı: "Bir gece sahrada vaha kenarında hırkamı üzerime örtüp uyumuştum. İhtilâm oldum. Hemen kalkıp gusletmek istedim. Hava çok soğuk olduğu için, nefsim, güneş doğduktan, hava ısındıktan sonra gusletmemi istiyerek gevşek davrandı. Nefsimin bana yaptığını görünce hemen kalkıp, buzu kırdım ve nefsime ceza olarak, hırka ile beraber guslettim. Gusülden sonra da, hırkamı çıkarmadım. Hırka buz bağlamıştı. Sonra "Ey Nefsim! Tenbelliğinin cezası işte budur" dedim.

Hz. Bâyezîd, "Oniki sene nefsimin ıslahı için çalıştım. Nefsimi riyâzet (nefsin arzularını yapmamak) körüğünde, mücâhede (nefsin istemediği şeyleri yapmak) ateşiyle kızdırdım. Mezemmet (nefsini kınayıp, ayıblamak) örsünde, melâmet (azarlama) çekici ile dövdüm. Böyle uğraşa uğraşa kendi benliğimden bir ayna yapıp beş sene kendimin aynası oldum. Yapabildiğim ibâdet ve tâatlarla bu aynayı cilalayıp parlattım. Bir sene ibret nazarı ile bu aynaya baktım. Neticede bu aynada gördüm ki, belimde, gurur, riya, ibâdete güvenip amelini beğenmek gibi kalb hastalıklarından meydana gelen bir zünnar bulunuyor. Bu zünnarı kesip atabilmek için beş sene daha uğraştım. Yeniden müslüman oldum" buyurdu.

"Ömrüm boyunca, ü teâlâya lâyıkıyla ibâdet edebilmeyi, namazımı lâyıkıyla kılâbilmeyi arzu ettim. Bu arzu ile, belki güzel namaz kılarım diye sabaha kadar namaz kıldım. Fakat kıldığım bütün namazları O'na lâyık olarak bulmuyordum. Nihayet, ü teâlâya şöyle yalvardım: "Yâ Rabbî! Sâna lâyık şekilde tam ve kusursuz olarak hiç namaz kılamadım. Kıldığım bütün namazlar hep Bâyezîd'e yakışır şekilde oldu. Beni ve ibâdetlerimi kusurlarımla birlikte kabul eyle." "Bir zaman "Artık ben, zamanın en büyük evliyâsıyım" düşüncesi kalbime geldi. Hemen, buna pişman olup gönlüm hüzünle doldu. Şaşkınlık içerisinde Horasan'ın yolunu tuttum. Bir müddet gittikten sonra "ü teâlâ beni, kendime getirecek birini bana gönderinceye kadar buradan ayrılmayacağım" diye niyet ettim ve orada üç gün bekledim. Dördüncü gün dişi bir devenin üzerinde bir gözü görmeyen bir kişi geldi. "Nereden geliyorsun?" dedim. "Sen niyet ettiğin zaman üçbin fersah uzakta idim. Oradan geliyorum. Kalbini koru "zamanın en büyüğü benim" gibi düşünceleri hatana getirme!" dedi ve kayboldu.

"Uzun seneler nefsimi terbiye etmekle uğraşıp çile çektikten sonra, bir gece, ü teâlâya yalvardım, ilham olundu ki, "Şu testi ve aba sende oldukça, sana ruhsat yoktur." Bunun üzerine yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim. Bundan sonra bana bildirildi ki, "Ey Bâyezîd, nefsin hevâ ve hevesi için tuzaktaki tane misâli olan dünyâ mallarına gönül bağlayıp, sonra da ü teâlâya kavuşmak için yol istiyen kimselere de ki, "Bâyezîd, nefsin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak suretiyle kırk yıl uğraştığı hâlde, yanında bulunan tank bir testiyi ve eski bir abayı terk etmedikçe izin alamadı. Siz, bu hâlinizle size izin verileceğini mi zannediyorsunuz. Asla izin alamazsınız." Bâyezîd-i Bistâmı (r.a.) vefât ederken, kendisini sevenlerden Ebû Mûsâ ismindeki zât yanında bulunamamıştı. Fakat o gece rü'yâda "Arşı, başı üzerine alıp taşıyordu." Bu rü'yâya çok hayret edip, hikmetini anlıyamadı ve bunu Hz. Bâyezîd'e sormak için yola düştü. Yolda, Hz. Bâyezîd'in vefât ettiğini haber aldı. Bistâm'a geldiğinde cenâze merasimi için, hesabı mümkün olmayan fevkalâde bir kalabalık gördü. Tabutunu taşımakla şereflenmek için yanaşmaya çalıştı. Fakat yanaşıp da tabutu taşımak mümkün olmuyordu. Diyor ki, "Gördüğüm rü'yâyı, unutmuş vaziyette, Hz. Bâyezîd'in tabutunu taşımakla şereflenmek istiyordum. Bu mümkün olmayınca tabutu taşıyanlar arasından meşakkatle geçip tabutun altına girdim ve başımı tabuta dayayıp öylece gidiyordum. Birden tabutun içinden bana şöyle hitâb ettiğini duydum. "Ey Ebû Mûsâ! İşte şu bulunduğun hâl akşamki gördüğün rü'yânın tâbiridir."

Bâyezîd (r.a.) devamlı "! !.." derdi. Vefâtı ânında da yine "!.. !.." diyordu. Bir ara şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî! Senin için yaptığım bütün ibâdet tâat ve zikirleri hep gaflet ile yaptım. Şimdi can veriyorum. Gaflet hâli devam ediyor. ım! Bana huzur ve zikir hâlini ihsan eyle." Bundan sonra, zikir ve huzur hâli içinde ruhunu teslim etti.

Sultân-ül-ârifin Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) vefât ettikten sonra, büyüklerden biri kendisini rü'yâda görüp, "ü teâlâ sana ne muamele eyledi" diye sordu. Buyurdu ki, "Beni toprağa koydukları zaman bir ses duydum ki, "Ey Bâyezîd! Bizim için ne getirdin?" diyordu. "Yâ Râbbî! Sana lâyık hiç bir iyi amel yapamadım. Huzuruna lâyık hiçbir şey getiremedim, ama şirk de getirmedim" dedim.

Hz. Bâyezîd, vefât ettikten sonra, büyük zâtlardan birisi kendisini rü'yâda görüp sordu. "Münker ve Nekir sana nasıl muamele eyledi?" Cevâbında şöyle buyurdu: "O iki mübârek melek gelip (Rabbin kimdir?) diye sorunca onlara dedim ki: Bunu sormakla sizin maksadınız hâsıl olmaz. Siz bana O'nu soracağınıza, beni O'na sorun. Eğer O, beni, kulu olarak kabûl ederse ne a'lâ. Maazallah O, beni kulu olarak kabul etmezse, ben, yüz defa O, benim Rabbimdir) desem ne faydası olur?)"

Hz. Bâyezîd-i Bistâmî vefât ettikten onra, O'nun sâdık talebelerinden olan bir hanımefendi şöyle anlattı: "Kâ'be-i muazza-aayı tavaf ettikten sonra bir saat kadar efekkür ettim. Bu sırada uykum geldi ve irazcık uyudum. Rü'yâmda beni göğe ıkardılar. ü teâlânın izni ve lütfu ile, arş-ı a'lânın altını gördüm. Çok güzel okusu vardı. Nurdan yazılmış bir yazı gördüm (Bâyezîd Veliyyullah) yazılı idi ve yazının eni ve boyu da görünmüyordu."

Velîler taifesinin efendisi Cüneyd-i Bağdâdî (r.a.) buyuruyor ki: "Velîler arasında Bâyezîd-i Bistâmî'nin yeri Melekler arasında Cebrâil'in (a.s.) yeri gibidir."

Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin tasavvufta derecesi çok yüksek idi. Tasavvuf ilminde sekr hâli (ilâhi aşk ile kendinden geçmiş iken) denilen bir hâlin kendisini kapladığı bir an, içinde bulunduğu durumu, müşahede ettikleri şeyleri anlatmak için "Sübhânî" demiştir. Bu sözü ba'zı kimseler anlıyamamış, Bâyezîd hazretlerinin şânına uygun olmayan sözler sarf etmişlerdir. Halbuki bu sözü büyük âlim İmâm-ı Rabbânî hazretleri birinci cild 43'üncü mektubunda şöyle açıklamaktadır: "Hallâc-ı Mensûr'un "Enelhak" ve Bâyezîd-i Bistâmî'nin (Sübhânî) sözünü tevhîd-i şühûdî bilmemiz lâzımdır. Bu suretle dîne uygun olurlar. Bu büyükler o hâl içinde, ü teâlâdan başka, hiçbirşey göremeyince, bu sözleri söylemiş, ü teâlâdan başka birşey yoktur demek istemişlerdir. "Sübhânî" sözü Hak teâlâyı tenzihtir. Kendini tenzih değildir. Çünkü kendi varlığını bilmemektedir. Birşeye hüküm veremez."

Böyle hâllerle ilgili olarak Hindistanda yetişmiş büyük İslâm âlimi Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, (Merec-ül-Bahreyn) adlı kitabında diyor ki: "Tasavvuf büyükleri, İslâmiyete uymayan sözleri söylerken, çok kızan ve çok sevinen insan gibidirler. Kızmak ve sevinmek, insanın aklını örter, ihtiyarını giderir, ilâhî aşk ile kendinden geçmiş ba'zı tasavvuf erbabı da böyle şuursuz konuşmuşlardır. Bu hâllerinde onlar ma'zûrdurlar. Yalnız böyle sözlerine uymak caiz değildir" buyurmaktadır. Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri mektûbâtının üçüncü cild 121'inci mektubunda: "Esrârı ortaya dökmek olan böyle sözler, herkesin anladığı ma'nâ ile söylenmiş değildirler" buyurmaktadır.

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri bu söz için, "ü teâlânın büyüklüğünü, hiç kusurlu olmadığını en iyi şekilde bildirmektedir" dedi. Tenzihin tenzihidir, buyurdu.

Görülüyor ki, bu sözü ile İslâmiyete uygun olan bir şeyi anlatmak istemiştir. Sekr hâlinde olduğundan başka kelime bulamamış, ince bilgilerini, herkesin anlıyamayacağı kelimelerle bildirmiştir.

Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri buyuruyor ki:

"Dilini, ü teâlânın ismini anmaktan başka işlerle uğraşmaktan ve başka şeyler konuşmaktan koru. Nefsini hesaba çek. İlme yapış ve edebi muhafaza et. Hak ve hukuka riâyet et ibâdetten ayrılma. Güzel ahlâklı, merhamet sahibi ve yumuşak ol. ü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur ve onlara kapılma.

"Otuz sene mücâhede eyledim, ilimden ve ilme uymakdan daha zor bir şey bulamadım." "Gözlerini harâma bakmaktan ve başkalarının ayıplarını görmekten koru."

"Bir gece karanlığında odamda otururken ayaklarımı uzatmıştım. Hemen bir ses duydum. Sultanla oturan edebini gözetmelidir diyordu. Hemen toparlandım."

"Ey ım! Ey kusurlardan uzak olan sonsuz kudret sahibi Rabbim. Sen ne dilersen yaparsın. Benim vücûdumu öyle büyült, öyle büyült ki Cehennemi ağzına kadar doldursun. Böylece başka kullarına yer kalmasın. Onların yerine ben yanayım." (Hz. Ebû Bekir de (r.a.) böyle duâ ederlerdi.)

"Siz havada uçan birisini gördüğünüz zaman hemen o kimsenin fazîletli, kerâmet sahibi birisi olduğuna hüküm vermeyin. Hatâ edebilirsiniz. O kimsenin hakikaten fazîlet ve kerâmet sahibi olduğunu anlamak için, İslâmiyetin emirlerine uymaktaki hassasiyetine, Peygamber efendimizin ahlâkı ile ahlâklanması ve sünnet-i seniyyeye uymasına, hakîkî İslâm âlimlerine olan muhabbet ve bağlılığına bakın. Bunlar tam ise, o kimse fazîlet ve kerâmet sahibidir. Bunlara uymakta en ufak bir gevşeklik ve zayıflık bulunursa, o kimse için fazîlet ve kerâmet sahibidir demek mümkün olmaz."

"(Yâ Rabbî! Sana kavuşmak nasıl mümkün olur?) diye duâ ettim. Bir nida geldi, (Nefsini üç talakla boşa) diyordu."

"Bu kadar zahmet ve meşakkatlere katlanarak aradığımı, annemin rızâsını almakta buldum. Çok basit gibi gelen anne rızâsını almanın, bütün işlerin evvelinde lâzım olduğunu anladım."

"Günahlara bir defa, tâatlere ise bin defa tövbe etmek lâzımdır. Ya'nî yaptığı ibâdet ve tâatlere bakıp kendini beğenmek, o ibâdeti hiç yapmamak günahından bin kat daha fenadır."

"İnsana zararı en şiddetli olan şeyin ne olduğunu bilmek istedim. Anladım ki, bu gaflettir. Gafletin insana yaptığı» zararı Cehennem ateşi yapmaz. Yâ Rabbî! Bizleri gaflet uykusundan uyandır. Lütuf ve keremin ile bu duâyı kabul eyle."

"Bütün âlemin yerine beni Cehennemde yaksalar ve ben de sabretsem, ü teâlâya muhabbeti da'vâ edinmiş birisi olarak yine bir şey yapmış olmam. ü teâlâ da benim ve bütün âlemin günahını affetse rahmetinden ve ihsanından bir şey eksilmiş olmaz."

"Bir kimsenin, ü teâlâya olan muhabbetinin hakîkî olup olmadığının alâmeti, kendisinde deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevazu gibi üç hasletin bulunmasıdır."

"ü teâlânın ni'metleri, her an herkese gelmektedir. O halde her zaman ona şükretmek lâzımdır."

Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) bir gece, talebelerinden bir kısmı ile bir yere misafir oldular. Ev sâhibi evin aydınlanması için bir kandil yaktı. Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) yanında bulunanlara, "Bu kandilde bir gariblik görüyorum. Yanıyor ama ışık vermiyor. Hikmeti nedir?" diye sordu. Ev sahibi, "Efendim. Biz bu kandili bir gece yakmak için komşumuzdan emânet' olarak almıştık. Bu akşam ikinci gece yakıyoruz" deyince, Hz. Bâyezîd, kandili söndürdü ve hemen kandili sahibine götürüp teslim edin. Arzu ederseniz, bir gece daha yakmak için izin isteyin" buyurdu. Ev sahibi kandili alıp komşusuna götürdü. Olanları anlattı ve tekrar izin alıp geri getirdi. Eve gelince kandili yaktılar ve oda aydınlandı. Bâyezîd (r.a.) buyurdu ki, "İşte şimdi ışığını görüyorum."

Hz. Bâyezîd-i Bistâmî bir gün yanlışlıkla bir karıncayı öldürdü. Haberi ohınca, çok pişman olup ü-züldü, ölü karıncayı avucuna alıp, şefkat, merhamet ve hüzün ile ve kırık kalbi ile karıncaya üfürünce, ü teâlânın izni ile karınca canlanıp yürümeye başladı.

Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) bir gün çamurlu bir sokakta yürürken ayağı kaydı, düşmemek için duvara tutundu. Sonra araştırıp duvarın sahibini buldu. "Sokakta yürürken ayağını kaydı. Sizin duvarınıza tütündüm. Belki de duvarınızdan bir miktar toprak yere dökülmüştür. Hakkınızı helâl etmenizi istirham ediyorum" dedi. Meğer o kimse mecûsî imiş, "Sizin dîniniz bu kadar ince ve hassas mıdır?" dedi. Hz. Bâyezîd "Evet" deyince, o kimse hakkını helâl etti ve müslüman oldu. Bunun üzerine o mecûsînin evin-dekiler de müslüman oldu.



KAYNAKLAR

1) Tabakât-üs-sûfiyye sh-67

2) Hilyet-ül-evliyâ cild-10, sh-33

3) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh-89

4) Risâle-i Kuseyrî sh-17

5) Vefeyât-ül-a'yân cild-2 sh-531

6) Sıfat-üs-safve cild-4, sh-89

7) Mîzân-ül-i'tidâl cild-1, sh-481

8) Şezerât-üz-zeheb cild-2, sh-143

9) Mir'ât-ül-cinân cild-2, sh-173

10) Nefehât-ül-üns sh-109

11) Rehber Ansiklopedisi cild-2, sh-285

12) Tezkiret-ül-evliyâ sh-86

13) Se'âdet-i Ebediyye sh-989

14) Eshâb-ı Kirâm sh-203

15) Keşf-ül-mahcûb sh-210

16) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî cild-1, mek. 43 cild-3, mek. 121
__________________

KISSADAN HİSSE - Bâyezîd-i Bistâmî ve Kabristan

Bâyezîd-i Bistâmî, kabristanda çok dolaşırdı. Bir gece gezerken, gece bekçisi elindeki sopayla vurdu.
Bâyezîd; "lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm." dedi. Bekçi birkaç kere daha vurunca sopa kırıldı.
Bâyezîd hazretleri eve dönünce talebelerine sopanın fiyatını sordu.
O kadar parayı bir keseye koyarak, bir miktar da tatlı ile beraber bir talebesiyle, o bekçiye gönderdi.
Bir de mektup yazarak bekçiye vermesini söyledi. Mektup şöyle idi:

"Muhterem bekçi efendi, belki beni hırsız sanarak dövdün. Kabahat bendedir.
Gece kabristanda gezmeseydim, dövmezdin. Sopanızın kırılmasına da sebep oldum.
Gönderdiğim parayla kendine bir sopa al!
Sopanın kırılma üzüntüsünün kalbinden gitmesi için de, yolladığım tatlıyı ye! Allahü Teâlâ’nın selâmı üzerine olsun."

Genç bekçi mektubu okuyunca, gelip özür dileyerek tövbe etti. Onunla birlikte birkaç bekçi daha hak yola girdi.

Silsile-i Şerif Nedir ?

Silsile: Tarikat Şeyhlerinin Hz. Peygamber (s.a.)'e kadar uzanan üstadlar zincirine verilen addır. Silsile, manevi bir neseb sayılır.
Bizim aramızdaki manevi neseb, kan bağı demek olan maddi nesebden daha yakın ve daha kuvvetlidir. Çünkü ruh, insanın hakikatini teşkil eder. İnsan ruhuyla insandır, insanın manevi babası, ruhuna hitab ettiği için, rehberliği de daimidir. Bu yüzden, manevi babaya intisab ile kendisine tabi olmak, her şeyden önce gelir.
  • Kainatin Efendisi (S.A.V.)

  • Hz. Ebu Bekir (R.A.)

  • Hz. Selman-i Farisi (R.A.)

  • Hz. Kasim bin Muhammed (R.A.)

  • Hz. Cafer-i Sadik (K.S.)

  • Hz. Bayezid-i Bistami (K.S.)

  • Hz. Ebu´l-Hasan Harakani (K.S.)

  • Hz. Ebu Ali Farimedi (K.S.)

  • Hz. Yusuf-i Hemedani (K.S.)

  • Hz. Abdulhalik Gücdüvani (K.S.)

  • Hz. Arif Rivegeri (K.S.)

  • Hz. Mahmud Incir Fagnevi (K.S.)

  • Hz. Ali Ramiteni (K.S.)

  • Hz. Muhammed Baba Semmasi (K.S.)

  • Hz. Seyyid Emir Külal (K.S.)

  • Hz. Sah-i Naksibendi (Muhammed Bahaeddin (K.S.)

  • Hz. Alaüdin Attar (K.S.)

  • Hz. Yakub-u Cerhi (K.S.)

  • Hz. Ubeydullah Ahrar (K.S.)

  • Hz. Muhammed Zahid (K.S.)

  • Hz Dervis Muhammed (K.S.)

  • Hz. Hace-gi Emkengi (K.S.)

  • Hz. Muhammed Bakibillah (K.S.)

  • Hz. Imam-i Rabbani (Ahmed Faruki Serhendü) (K.S.)

  • Hz. Muhammed Masum (K.S.)

  • Hz. Seyh Seyfeddin (K.S.)

  • Hz. Seyyid Nur (K.S.)

  • Hz. Mazhar-i Can-i Canan (K.S.)

  • Hz. Abdullah Dehlevi (K.S.)

  • Hz. Halid-i Bagdadi (Mevlana Ziyyaeddin) (K.S.)

  • Hz. Seyyid Abdullah (K.S.)

  • Hz. Seyyid Taha-yi Hakkari (K.S.)

  • Hz. Seyyid Sibgatullah Arvasi (K.S.)

  • Hz. Abdurrahman-i Tagi (K.S.)

  • Hz. Muhammed Sami-il Erzincani (K.S.)

  • Hz. Muhammed Besir Sani-yil Erzincani (K.S.)

  • Hz. Dede Pasa Bayburdi (K.S.)

  • Hz. Abdurrahim Reyhan Erzincani (K.S.)

Bâyezid-i Bistami (hz) kıssalar..."Nefsine verdiğin en hafif ceza nedir?"

Bâyezid-i Bistami' ye "Nefsine verdiğin en hafif ceza nedir?" diye sordular
Cevabında "bir defasında nefsim, bir itâatsizlikte bulundu.Buna ceza olarak bir yıl boyunca hiç su içmedim."buyurdu

Bâyezid-i Bistami buyurdu ki:" On iki sene nefsimi ısşah için çalıştım.Nefsimi riyazet, nefsin arzuların, yapmamak körlüğünden, mücahede, nefsin istemediği şeyleriyapmak ateşiyle kızdırdım,Nefsi yerme, kötüleme örsünde, kınama, ayıplama çekici ile dövdüm,Böyle uğraşa uğraşa kendi benliğimden bir ayna yapıp beş sene kendimin aynası oldum.Yapabildiğim ibadet ve taatlarla bu aynayı cilalayıp parlattım.Bir sene ibret nazarı ile bu aynaya baktım.Neticede bu aynada gördüm ki belimde, gurur, riya, ibadate güvenip amelini beğenmemek gibi kalp hastalıklarından meydana gelen bir zünnar bulunuyor.Bu zünnarı kesip atabilmek için beş sene daha uğraştım.Yeniden hakiki müslüman oldum inşaallah.

Bâyezid-i Bistami bir defasında bir imamın arkasında namaz kıldı,Namazdan sonra , o imam Bâyezid-i Bistami'ye ; "Siz bir yerde çalışmıyorsunuz,Başkalarından da bir şey istemiyorsunuzO halde siz nafakanızı nereden temin ediyorsunuz."
Hazreti Bâyezid-i Bistami;" Ben hemen namazımı iade edim.Zira rızkları kimin verdiğini bilmeyen birinin arkasunda namaz kılmışım, bu ise caiz deildir" buyurdu.

Bayezid-i Bestami (Kuddise Sirruh) Ariflerin Sultanı

Bayezid-i Bestami (Kuddise Sirruh) ariflerin sultanı olarak bilinip, Ebu Bekir Sıddık (Radiyallahu Anh)'a çok benzerdi. Künyesi Ebu Yezid olup, asıl ismi "Tayfur"dur.

Bayezid-i Bestami (Kuddise Sirruh)'nin daha annesinin karnında iken kerametleri görülmeye başlamıştı. Annesi ona hamile iken şüpheli bir şeyi ağzına alacak olsa, onu geri atıncaya kadar karnına vururdu.

Küçük yaşta iken annesi, kendisini mektebe gönderdi. Bayezid-i Bestami (Kuddise Sirruh) büyük bir dikkatle derslerine devam ediyordu. Bir gün Kur'an-ı Kerim okumak için gittiği mektebte şu ayet-i kerimeyi okudu;
"Gerçi insana anasına, babasına (itaat etmeyi) de tavsiye ettik. Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı. (onun) Sütten ayrılması iki yıl içindedir. Bana ve anne-babana şükret diye de (tavsiye ettik). Dönüş ancak banadır." (Lokman;14)

Bayezid-i Bestami (Kuddise Sirruh) bu ayet-i kerimenin tesiri ile erkenden eve döndü. Annesi merak edip niçin erken döndüğünü sorunca, şöyle cevap verdi;

"Bir ayet-i kerime gördüm. Allah-u Teala o ayet-i kerime de kendisine ve sana, hizmet ve itaat etmemi emrediyor. Ya benim için Allah-u Teala'ya dua et, sana hizmet ve itaat etmem kolay olsun veya beni serbest bırak, hep Allah-u Teala'ya ibadet ile meşgul olayım."

Bunun üzerine annesi: "Seni Allah-u Teala'ya emanet ettim. Kendini O'na ver." dedi.

Bundan sonra Bayezid-i Bestami (Kuddise Sirruh), kendisini Allah-u Teala'ya verdi, emirlerinin hiçbirisini yapmakta gevşeklik göstermedi.

Ama annesinin hizmetini de ihmal etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir emir kabul edip, her durumda yerine getirmeye çalışırdı. Çünkü Allah-u Teala'nın emri de böyle idi.

Bayezid-i Bestami (Kuddise Sirruh) üveysi olup, Cafer-i Sadık (Radiyallahu Anh)'ın vefatından kırk yıl sonra doğduğu halde İmam-ı Ali Rıza'nın sohbetinden ve bunun bereketiyle Cafer-i Sadık (Radiyallahu Anh)'ın ruhaniyetinden istifade etti.

Onun ruhaniyetinden feyz almakla meşhur oldu. İlahi aşk'ta o kadar ileri ve ibadette o kadar yüksekte idi ki, namaz kılarken Allah korkusundan göğüs kemikleri gıcırdar, yanında bulunanlar bunu işitirdi.

Bir gün yakınları kendisine: "Efendim filan yerde büyük bir zat var. Fazilet ve keramet sahibi bir veli'dir." dediler ve daha başka sözlerle o zatı çok medhettiler. Bunun üzerine Bayezid-i Bestami (Kuddise Sirruh):

"Madem öyledir. O halde o büyük zatı ziyarete gitmemiz lazım oldu." buyurdular. Talebelerinden bazıları ile onun bulunduğu yere geldiler. Bayezid-i Bestami (Kuddise Sirruh) bildirilen zatın, mescide gitmekte olduğunu ve kıbleye karşı tükürdüğünü gördü. Görüşmekten vazgeçip tekrar geri döndü. Sonra o kimse hakkında,

"Dinin hükümlerini yerine getirmekte, sünnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riayette zayıf birisine, nasıl olur da keramet sahibi denilir. Böyle bir kimsenin, Allah-u Teala'nın evliyasından olması mümkün değildir." buyurdu.

Bayezid-i Bestami (Kuddise Sirruh) bir gün yolda yürürken bir gencin kendisini takip etmekte olduğunu farkedip döndü ve gence;

"Niçin beni takip ediyorsun, istediğin nedir?" dedi. Genç edeble;

"Efendim sizin gibi olmak, yolunuzda bulunmak istiyorum. Lütuf elinizi uzatın himmet buyurun da bende kazanayım." dedi. Bayezid-i Bestami (Kuddise Sirruh) o gence cevap olarak;

"Benim yaptıklarımı yapmadıkça, benim derimin içine girsende istifade edemezsin. Bu, Allah-u Teala'nın bir lütfudur." buyurdu.
Bayezid-i Bestami (Kuddise Sirruh) birgün bir talebesine şöyle nasihatte bulundu;

"Sana yaşadığın sürece tamamen Allah-u Teala'ya yönelmeni, yüzünü hiçbir vakit O'ndan çevirmemeni tavsiye ederim. Şüphe yok ki O'na kavuşacak ve O'nun yüce huzurunda duracaksın.

Ve sen bütün işlediklerinden sorumlu tutulacaksın. Sakın gafil olma. Gaflet uykusundan bir an önce kendini kurtar. Hiç kimseyi O'na tercih etme. Sana gelen belalara sabret. Allah-u Teala'nın hükmüne ve kazasına rıza göster. Allah-u Teala'nın verdiğine kanaat et.

Allah-u Teala'ya güven, vaad ettiklerinin mutlaka yerine geleceğine inan. Hiç ölmeyecek ve hep diri olan Rabbine tevekkül eyle. Her işinde O'nun inayetini iste. O'nun emirlerine riayet et. Hayatta olduğun müddetçe bu dediklerimi yapmaya çalış. Halkı bırakıp, Hakka yönel. İşini O'na ısmarla!.."
Anlatıldığına göre Bayezid-i Bestami (Kuddise Sirruh) birgün talebeleriyle giderken delilerin bulunduğu bir hastanenin önünden geçiyordu. Talebelerinden birisi, orada delilerin tedavileri için birşeyler yapmaya çalışan baştabibe yaklaşıp;

"Günah hastalığı ile hasta olanlar için bir ilacınız var mıdır?" diye sordu. Baştabib cevap veremeyip susunca, ayağı zincirle bağlı olan delilerden biri, Bayezid-i Bestami (Kuddise Sirruh)'nin teveccühü ile şöyle dedi;

"O derdin ilacı şöyledir; tevbe kökünü istiğfar yaprağıyla karıştırıp, kalp havanına koyarak, tevhid tokmağıyla iyice dövmeli, sonra insaf eleğinden eleyip, gözyaşıyla hamur etmeli. Daha sonra Aşkullah ateşinde pişirip, muhabbet-i Muhammediyye balından katarak, gece gündüz kanaat kaşığıyla yemelidir."

Bir gece, bazı kimseler Bayezid-i Bestami (Kuddise Sirruh)'nin nasıl ibadet yaptığını, neler söylediğini işitmek için penceresinin altında dinlemeye başladılar. Seher vakti olduğunda bütün kalbiyle "Allah" dedi. Sonra düşüp bayıldı.

Bayılmasının sebebi sorulduğunda Bayezid-i Bestami (Kuddise Sirruh); "Sen kim oluyorsun? Senin haddine mi düştü ki ismimi ağzına alıyorsun? Şeklinde bir nida gelir diye çok korktum da onun için bayılmışım." buyurdu.

Bayezid-i Bestami (Kuddise Sirruh) namaz kılmak için mescide gelince kapıda bir miktar durur ve ağlardı. Sebebini soranlara; "Camiyi, vücudumla kirletmekten korkuyorum. Tevbe edip Allah-u Teala'ya yalvarıyorum, ondan sonra giriyorum." derdi.

BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ RH.A HAZRETLERİ

Ebû Yezîd Tayfûr b. Îsâ b. Sürûşân (v. 234/848)
Hemen bütün tasavvuf ve tabakat kitaplarında Bâyezîd-i Bistâmî'den bahsedilirse de bu bilgiler genellikle onun menkıbeleri, sözleri ve şathiyelerine dair olup bunlar arasında hayatıyla ilgili pek az bilgi bulunmaktadır. Bu kısıtlı bilgilere göre o İran'ın Horasan eyaletinde bulunan Bistâm kasabasında doğmuştur. 
Dedesi Sürûşân (Serûşân) aslen İranlı Mecûsî bir din adamıyken müslüman olmuştur. Dindarlığı ile tanınan babası İsa'nın iki kızı ile üçü de âbid ve zâhid olan Âdem, Tayfur ve Ali adlarında üç oğlu vardı. Ortancaları olan Tayfur Sultânü'1-ârifîn, Pîr-i Bistâm ve Bâyezîd (Ebû Yezîd) diye meşhur olmuştur. Câmî onun adını yanlış olarak Ebû Yezîd Tayfur b. İsâ b. Âdem b. Sürûşân şeklinde kaydetmiştir. Aslında bu Bâyezîd-i Bistâmî'nin değil büyük kardeşi Âdem'in torunu Ebû Yezîd Tayfur b. İsâ b. Âdem'in künyesidir. İkisini birbirine karıştırmamak için birincisine Büyük Bâyezîd, ikincisine de Küçük Bâyezîd denilir.
Kuşeyrî, Bâyezîd'in vefat tarihi olarak 234 (848) ve 261 (875) yıllarını verir ve son tarihi tercih eder. Herevî de 261 tarihini daha doğru görür. Sülemî aralarında bir tercih yapmaksızın her iki tarihi de kaydeder. Sehlegî ise Bistâmî'nin 234'te yetmiş üç yaşında iken vefat ettiğini söyler ki bu duruma göre Bâyezîd 161'de (777) doğmuştur. Abdürrefî' onun 131'de (748) doğup 234'te 103 yaşında iken vefat ettiğini zikreder. Bunların içinde doğruya en yakın olan Sehlegî'nin rivayetidir.
Attâr, Bâyezîd'in 103 üstattan faydalandığını söyler. Herevî onun başlangıçta Hanefî olduğunu belirtir. Şiî kaynaklar genellikle Bâyezîd'in altıncı imam Ca'fer es-Sâdık'ın (ö. 148/765) talebeleri arasında yer aldığını kaydederler. Fakat bu rivayet tarih bakımından doğru değildir. Bu sebeple onu yedinci imam Mûsâ el-Kâzım'ın (ö. 182/798), sekizinci imam Ali er-Rızâ'nın (ö. 203/818) ve dokuzuncu imam Ebû Ca'fer Cevad M. Takî'nin (ö. 220/835) talebesi olarak gösterenler de vardır. Hansârî Ravzatü'l-cennât'ta Ebû Ca'fer Cevad isminin Ca'fer Sâdık şeklinde tahrif edilmiş olabileceğini söyler. Bütün bunlar Bâyezîd'i Şîa'ya yakın göstermek için ortaya atılmış rivayetlerdir.
Serrâc'ın Bâyezîd'i ömründe bir defa hacca giden mutasavvıflardan sayması, onun ilim ve marifet tahsil etmek için fazlaca seyahat etmediğini gösterir. Nitekim kendisi de Ahmed b. Hadraveyh'e çok dolaşmanın iyi bir şey olmadığını söylemiştir. Bâyezîd'in tasavvufta üstadının Ebû Ali es-Sindî adında biri olduğunu kaydeden Serrâc'ın verdiği bilgilere göre Bâyezîd, ümmî olan bu şeyhe farzları yerine getirecek kadar şer'î ilim öğretmiş, karşılığında da ondan tevhid ve fena ilmini öğrenmişti. Attâr Bâyezîd'in çetin riyazetler ve zor mücahedeler sonunda bu makama ulaştığını söyler. Bâyezîd'in bazı sözlerine bakılırsa o tasavvufî bilgileri Allah'tan vasıtasız olarak aldığına inanıyordu.
Tasavvufun doğuş devrinde yaşayan Bâyezîd-i Bistâmî'nin, çağdaşı mutasavvıfların birçoğu ile ilgili menkıbeleri vardır. Bunlardan Şakîk-i Belhî, Hâtem el-Esam, Ahmed b. Hadraveyh, Zünnûn, Ebû Türâb en-Nahşebî, Yahya b. Muâz ve Sehl b. Abdullah ile ilgili olan menkıbeler en önemlileridir. Bu menkıbelerin hemen hepsi Bâyezîd'in tasavvuftaki mertebesinin üstünlüğünü gösterir. "Burada olan, biri sevgi kadehinden öylesine içti ki bir daha hiç susamadı" diye kendisine haber gönderen Yahya b. Muâz'a, "Burada bulunanlardan biri de yedi deryayı bir yudumda içtiği halde hâlâ ağzını açarak daha yok mu diye sormakta" şeklinde cevap verdiği nakledilir. Bâyezîd ile çağdaşı sûfîler arasında geçtiği söylenen olayların çoğu mevsuk değildir. Aynı dönemde yaşadıkları halde Ma'rûf-i Kerhî, Haris el-Muhâsibî, Serî es-Sakatî, Ebû Hafs el-Haddâd ve Hamdûn el-Kassâr ile Bâyezîd arasında geçen herhangi bir menkıbenin rivayet edilmemesi dikkat çekicidir.
Bâyezîd-i Bistâmî daha sağlığında pek çok kişi tarafından ziyaret edilmiştir. Bu ziyaretçiler arasında kendisine bağlanan ve görüşlerini benimseyenlerin sayısı oldukça fazladır. Bunların bir kısmı ise onun ailesindendir. Büyük kardeşi Âdem'in oğlu Ebû Mûsâ, bunun oğlu Umey diye bilinen Mûsâ b. Isâ ve Küçük Bâyezîd diye tanınan Tayfur b. İsâ onun görüşlerine bağlı olan mutasavvıflardandır. Bunlar içinde özellikle Ebû Mûsâ, Bâyezîd-i Bistâmî'nin çok beğendiği, kalp safiyetini takdir ettiği, kimseye açmadığı ilâhî sırları kendisine aktardığı sâdık bir talebesi ve hizmetkârı idi. İbrahim el-Herevî, Hasan b. Aleviyye, Ebû Abdullah el-Mağribî ve Ebû Mûsâ ed-Dübeylî, Bâyezîd-i Bistâmî'nin tanınmış mürid ve halifelerindendir.
Bâyezîd tasavvuf tarihinde sekr, fena, melâmet, tevhid, marifet, muhabbet, mi'rac ve îsâr gibi konulardaki sözleri ve şathiyeleriyle tanınır. O sâlikin kendinden geçip (sekr) benliğini yok ederek (fena) Hakk'a ermesi gerektiği düşüncesindedir. Sâlik bu dereceye ancak sürekli riyazet, çetin nefis mücadelesiyle birlikte derin tefekkür ve dikkatli murakabe ile erişebilir. Nitekim kendisi Allah'a hitaben O'na nasıl erebileceğini sorduğunda, "Nefsini bırak da öyle gel" cevabını aldığını, bunun üzerine gömleğinden çıkan yılan gibi nefsinden ve benliğinden sıyrılıp çıktığını ifade etmişti. Sahip olduğu mertebeye aç karın ve çıplak bedenle, nefsini on iki yıl çekiçle döverek ulaştığını söyleyen Bâyezîd bu mertebede âşıkla maşukun bir ve aynı, her şeyin "bir"den ibaret olduğunu görmüş, "Ey sen ki bensin!" şeklinde kendisine yine kendisinden nida edildiğini söylemiş, fenadan da fâni olmayı gösteren bu hali ifade etmek üzere "Heme ûst" (her şey O'dur) sözünü kullanmıştı. Hakk'a giden yolun uzun olduğunu ve O'na ulaşmanın kolay olmadığını her fırsatta belirten Bâyezîd, Hakk'a erdiğini sananların aslında henüz yolda olduklarını, bir erme halinden bahsedilemeyeceğini anlatmak için, "Binlerce makamı geride bıraktıktan sonra Allah'ın mânâsında değil lafzında olduğumu gördüm" demiş ve bu şekilde Allah'ın künhüne ulaşmanın imkânsızlığını anlatmak istemiştir. Serrâc, Allah'a olan yolculuğunu sembolik ifadelerle anlatan Bâyezîd'in şu sözünü nakleder: "Vâhidiyyet mertebesine ilk defa ulaştığım zaman vücudu ahadiyyet, kanatları dâimîlik olan bir kuş olup on yıl keyfiyet semasında hiç durmadan uçtum. Sonunda bundan milyonlarca defa daha geniş olan bir semada ezeliyet meydanına varıncaya kadar uçmaya devam ettim. Burada ahadiyyet ağacını gördüm." Bu ağacın toprağını, kökünü, gövdesini, dallarını ve meyvelerini tasvir eden Bâyezîd bunların bir aldatmacadan ibaret olduğunu söyler. Cüneyd-i Bağdadî bu sözü, "Mücerred tevhidin olduğu yerde Allah'tan gayrı her şey bir aldatmacadır" şeklinde yorumlar.
Bâyezîd Allah'ın zâtını olumsuzluk ifade eden terimlerle anlatır. Meselâ, "On sene yokluk meydanında uçtum durdum; nihayet yoktan yokta yok olma haline erdim" demesi böyledir. Benlik, senlik, O'nluk (eneiyyet, entiyyet, hüviyyet) deyimlerini sık sık kullanan Bâyezîd maksadını genellikle soyut kavramlarla açıklar. Kendi benliğinden geçip Allah'ın zâtına ulaşmayı bir mi'rac hali olarak uzun uzadıya tasvir eder. Daha sonra öbür sûfîlere de örnek olan bu ruhî mi'raca Attâr'ın Tezkiretü'l-Evliya adlı eserinde ve Sehlegî'nin Kitâbü'n-Nûr'unda geniş yer verilmiştir. Şu ifadeleri Bâyezîd'in bu mi'rac halini kısaca açıklamaktadır: "Bir defasında Allah beni yükseltti ve huzurunda durdurup, 'Ey Bâyezîd! Halkım seni görmek istiyor' dedi. Ben de, 'Beni vahdâniyyetinle süsle, bana kendi hüviyetini giydir; beni ahadiyyetine yücelt, öyle ki beni gören halkın seni gördüklerini söylesinler. Sen işte bu olasın ve ben burada bulunmayayım' dedim."
Bâyezîd'in Allah'ın dışındaki bütün varlıkları bir hiç olarak görerek "Heme ûst" demesi, vahdet-i vücûda değil vahdet-i şühûda işarettir. Çünkü Bâyezîd'in yaşadığı dönemde vahdet-i vücûd İslâm âleminde bilinmiyordu. Bununla birlikte daha sonra İbnü'l-Arabî başta olmak üzere vahdet-i vücûdcu mutasavvıflar Bâyezîd'i bu inanca sahip bir sûfî olarak tanıtmışlardır.
Allah'a karşı duyduğu sevgi ve özlemin sürekli ve şiddetli tesiri altında bulunan Bâyezîd'in cehennemden korkmadığını, cennete pek değer vermediğini, namazı ayakta durmak, orucu aç kalmaktan ibaret saydığını, sahip olduğu her şeye sırf Cenâb-ı Hakk'ın lutfuyla mâlik olduğunu söylemesi, İslâm'da önem verilen bazı hususları hafife alması şeklinde yorumlanarak tenkit edilmiştir. Yine onun Semerkant'ta iken etrafına toplananları dağıtmak için, Kur'an'da Firavun'un söylediği bildirilen sözleri (el-Kasas 28/30) aynen tekrar ederek, "Ben sizin en yüce rabbinizim" demesi (Baklî, s. 99), başka bir defasında yine halkın aşırı ilgisinden kurtulmak ve bu şekilde nefsinin gurura kapılmasını önlemek için ramazanda oruç bozması da tenkitlere sebep olmuştur. Bununla birlikte Bâyezîd-i Bistâmî bir aşk sûfîsidir. Yaşadığı aşk halini, "Aşkın yağdığı bir sahraya açıldım; zemini ıslanmış; burada ayak, kara batar gibi aşka batmaktadır" sözleriyle ifade ederek bir bakıma kendisinden sâdır olan taşkın söz ve davranışların ıslak zeminli aşk sahasındaki ayak kaymaları olduğunu anlatmak istemiştir. Kendisinden pek çok keramet ve keşf hali nakledilen Bâyezîd olağan üstü hallere önem verilmesini istemezdi. "Falan kişi tayy-ı mekân ediyor" denilince, "Allah'ın lanetlediği şeytan ile leş yiyen kargalar da aynı şeyi yapıyor"; "Falan zat su üzerinde yürüyor" denilince, "Balıklar da aynı işi yapıyor" diyerek bunları önemsemediğini göstermiş ve aslolanın şeriatın hükümlerine bağlı kalmak olduğuna işaret etmişti. O, şer'î edeblerden birine aykırı davranan kişiye Allah'ın velilik sırrını emanet etmeyeceğini söylerdi. Bir gün büyüklüğüne inanılan birini ziyaret etmek için yola çıkmış, bu zatın kıbleye karşı sümkürdüğünü uzaktan görünce onunla görüşmekten vazgeçmişti. Evinden mescide giderken bir defa olsun yola tükürmemişti. Yalnızken bile Allah'ın huzurunda bulunduğunu düşünerek daima diz üstü otururdu. Son derece insan severdi. Hayvanlara bile sonsuz şefkat beslerdi. Hemedan'dan aldığı hardal tohumuna birkaç karıncanın karışarak Bistâm'a geldiğini görünce karıncaları Hemedan'a götürüp eski yerine bıraktığı rivayet edilir.
Bâyezîd coşkulu davranışları, taşkın sözleri ve samimi hali ile çevresindekiler üzerinde derin tesirler bırakmış ve seçkin bir zümrenin kendi görüşleri etrafında toplanmasını sağlamıştır. Kendisini takip edenlere Tayfûrî, tuttuğu yola da Tayfûriyye veya Bistâmiyye adı verilmiştir. Ancak Tayfûriyye bilinen mânada bir tarikat olmayıp bir tasavvuf cereyanıdır. Hallâc, Şiblî, Harakânî, Ebû Saîd-i Ebü'1-Hayr, Nifferî, Senâî, Attâr, Câmî, İbnü'l-Arabî, İbnü'l-Farîz ve Fâra ve Mevlânâ gibi büyük mutasavvıflar hep bu cereyana bağlı kalmışlardır. Süttâriyye ve Aşkıyye tarikatları da onu kendilerine pîr edinmişlerdir.
Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr'ın Bâyezîd'in kabrini ziyaret ederken, "Burası herkesin kaybettiği şeyleri bulabileceği bir yerdir" demesi, ölümünden sonra da tesirinin kuvvetle devam ettiğini gösterir. Sonraki dönemlerde bir velîyi övmek için ona "asrın Bâyezîd'i" denmesi de kendisinin halk nezdindeki mertebesinin ne kadar yüce olduğunu belirtir.
İslâm toplumunca ortaklaşa kabul edilen genel kurallara ve şer'î hükümlere bir çeşit meydan okuma telakki edilen Tayfûrîliğe kuvvetli bir tepki olma üzere, sekre karşı sahv'ı savunan Cüneydiyye tarikatı ortaya çıkmıştır. "Süfîler arasında Bâyezîd'in yeri, melekler arasında Cebrail'in yeri gibidir" diyen ve onun bazı şathiyelerini şerheden Cüneyd-i Bağdâdîye göre Bâyezîd yine de tasavvufta son mertebeye ulaşamamıştır; söz ve halleri sülûk'ün başlangıç ve ortalarında görülen türdendir.
Bâyezîd çeşitli tarikatların silsilelerinde bir kol başı olarak önemli bir yer tutar. Özellikle Nakşibendiyye gibi muhafazakâr bir tarikatın bu taşkın ve coşkulu velîye silsilenamesinde önemle yer vermesi, bazan onu Üveysî sayması oldukça dikkat çekicidir.
Bâyezîd, tasavvufî görüşlerini Farsça olarak ifade eden ilk sûfîlerden biri olup daha sonra bu sözler Arapça'ya tercüme edilmiştir. Şathiyelerinden bir bölümünün yeğeni Ebû Mûsâ tarafından Cüneyd-i Bağdadî için tercüme edildiği nakledilir. Onun söz ve şiirlerini ihtiva ettiği rivayet edilen bazı risaleler Abdurrahman Bedevî tarafından Şatahâtü's-Sûfiyye (Kahire 1949) adlı eser içinde neşredilmiştir.
Türbesi Bistâm'da tarihî binaların toplu olarak bulunduğu yerin tam ortasında, süs ve ihtişamdan uzak bir haldedir. Gazan Han'ın, kabri üzerine bir türbe yaptırmak istediği, ancak rüyasına giren Bâyezîd'in kendisini bundan vazgeçirdiği rivayet edilir. Daha sonra Olcaytu tarafından yaptırılan türbe tarih boyunca pek çok sultan ve devlet adamı tarafından ziyaret edilmiştir.

TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 238-241.

Dervişân | Silsile-i Şerîf

Hz. Muhammed mi Büyük, Bayezid-i Bistami mi?

Bir Rivayete Göre Mevlana ile Şems-i Tebrizi nin ilk karşılaşmasında ismi geçen zattır;
Şems:
“Ey müslümanların imamı! bir müşkülüm var. Hz. Muhammed mi büyük, Bayezid-i Bistami mi?
sorunun heybetinden kendinden geçen mevlana, kendini toplayınca;
“Bu nasıl sual böyle? tabi ki, allah’ın elçisi Hz. Muhammed bütün yaratıkların en büyüğüdür.”
o zaman Şems:
“O halde neden Peygamber bu kadar büyüklüğü ile Ya Rabbi seni tenzih ederim, biz seni layık olduğun vechile bilemedik” buyururken,
Bayezid, “ben kendimi tenzih ederim! benim şanım çok yücedir. zira cesedimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yok!..” demekte?
mevlana:
“Hz. Muhammed, müthiş bir manevi susuzluk hastalığına tutulmuştu,’biz senin göğsünü açmadık mı?’ şerhiyle kalbi genişledi. bunun için de susuzluktan dem vurdu. o her gün sayısız makamlar geçiyor, her makamı geçtikçe evvelki bilgi ve makamına istiğfar ediyor, daha çok yakınlık istiyordu.
Bayezid ise, bir yudum suyla susuzluğu dindi ve suya kandığından dem vurdu. vardığı ilk makamın sarhoşluğuna kapılarak kendinden geçti ve o makamda kalarak bu sözü söyledi.”

KISSADAN HİSSE-Eyy Bayezid! Nereye?

Bayezid, mekke’ye doğru yola çıkmıştı. hacca gidiyordu. hangi şehre varırsa orada manevi büyükleri araştırıyor, “can gözü açık, gönlü uyanık kim var?!..” diye sorup duruyordu. bir yerde gövdesi hilal gibi incelmiş bir ulu ere rastladı. onda erenlerin halini müşahede etti. yanına gidip oturdu. hal hatır soruştular. ihtiyarın hem fakir, hem de çok kalabalık bir ailesi olduğuna tanık oldu. aralarında şöyle devam ettiler:

– ey bayezid! nereye gidiyorsun, gurbet pırtısını nereye dek sürükleyeceksin?

– hacca gidiyorum, kâbe’ye!

– yol harçlığı olarak ne kadar paran var?

– ikiyüz dirhem gümüş. hırkamın eteğinde düğümlü durur.

– bilmez misin ki ey bayezid, allah kâbe’yi gerçi kurdu; ama kurdu kuralı bir kere bile içine girmedi. halbuki şu eve (yani benim şu gönlüme) o ebediyyen diri olan yaradan’dan başka giren olmamıştır.